ZİKR RİSALESİ

ÜSTAD

SAİD HAVVA

1

Bismillahirrahmanirrahim El hamdulillah Ve’s Salatu ve’s selamu ala Seyyidinallah

Muhterem Sa’id Havva’nın, “zikr” konusunda kaleme aldığı metni, orijinalinden tercüme ricamızı memnuniyetle karşılayan Ahmed İhsan kardeşime teşekkür ediyorum.

M.G.C

2

MUKADDİME Kafirler daha fazla özgürlük arayışındadırlar. Allah’a kulluk ettiklerinde hakiki ubudiyet üzere kulluk etmezler. Müslümanlar ise Allah’a daha fazla kulluk etme arayışındadır. Kendisini Allah dışında kul etmeye çalışan her şeyden kurtulmaya, özgürleşmeye çalışır. Bu konuda makama, topluma veya herhangi bir dünya malına kulluk arasında fark yoktur. “Lâ ilâhe illallâh”ın gereği de budur. Ubudiyet, Müslümanın muttali olabileceği en yüce makamdır. Allah azze ve celle, makamlarından ve mucizelerinden söz etmesi esnasında Rasûlü’nü ubudiyet ile nitelemiş ve şöyle buyurmuştur: “Kuluna kitabı indiren Allah’a hamdolsun.” (Kehf, 1) “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah tüm noksanlıklardan münezzehtir.” (İsra, 1) Allah azze ve celle tevhidin bilinip tanınmasını istemiş ve “Bil ki Allah’tan başka bir ilah yoktur.” (Muhammed, 19) buyurmuştur. Bu istek zorunlu olarak kulluk vazifesinin yerine getirilmesine yönelik bir istektir. Kulluk, inanç esaslarının bilinmesini, ibadetlerin yerine getirilmesini, hayat yolunda ve şeriat yolunda istikamet üzere olunmasını gerektirmektedir. Bu üç husustan her biri diğer ikisini daha da derinleştirmekte ve yardımcı olmaktadır. Ancak kulluk makamını besleyen dört büyük unsur bulunmaktadır: Zikir, yöntem incelemesi, destek olmak, infak. İşte buradan hareketle kulluk makamının beslenmesi ve mahiyetinin açığa çıkarılması için bu risaleyi kaleme aldık. Kulluk, tevhidin bir eseri olduğuna göre tevhidden söz etmek gerekmektedir. Böylece risalemiz, sonuç bölümü ile birlikte altı bölümden oluşmuştur.

3

Tevhidi besleyen bir çok unsur bulunmaktadır. Fakat bunların birkaç asla irca edilmesi mümkündür. Biz bu asılları inceledik ve dört adet olduğunu tespit ettik. Bu dört aslın birbiri içine girmiş olabilir. Fakat bunlar arasında tafsilata gitmek faydalı olacaktır. Sözünü ettiğimiz bu dört asıl içerisinde en fazla ihtiyaç duyulan birkaçı üzerinde yoğunlaştık. Meselâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e destek vermek unsuruna, bir kısmına işarette bulunduğumuz birçok husus girmektedir. Mükellefiyet ve diğer hususlar zikir kapsamına dahildir ki zikrin birkaç bölümü üzerinde yoğunlaştık. Arzu edilen ilim kapsamına farz-ı aynlar, fazr-ı kifayeler, vacipler ve menduplar dahildir ki bunların bir kısmını ele alıp inceledik. Öyleyse burada söz konusu edeceğimiz iman ve tevhidi besleyen hususlar ile maksat,

konuyu enine boyuna ele almak değil her bir

Müslümanın kalbinde hazır ve nazır olacak şekilde hatırlatmada bulunmaktır.

4

BİRİNCİ BÖLÜM TEVHİDE DAİR BİRKAÇ SÖZ Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.” (İbrahim, 24, 25) Tevhidin hoş meyveleri bulunmaktadır. İman yetmiş küsur şubedir. İmanın bütün şubeleri kelime-i tevhidin bir eseridir. Bu ağacın, tertemiz, değerli ve olgun meyvelerini verebilmesi için sulanması gerekir. Bu ağacın sulanması ilk önce zikirle olur. Çünkü zikir hayattır, canlılıktır. Hadiste şöyle geçer: “Rabbini zikredenle rabbini zikretmeyenin misali, canlı ile ölü gibidir.”¹ Zikirler türlü türlüdür. Hepsi de iman ağacı için birer can suyudur. Kimin zikirden büyük bir nasibi varsa o hayattan da o kadar nasibi vardır. Kim de zikirdeki nasibini elden kaçırırsa, hayattan da o kadar nasibini yitirmiş olur. Zikrin tevhidin canlılığında büyük bir etkisi olduğu gibi ilmin de tevhidin derinleşmesinde ve beslenmesinde o derece büyük bir tesiri bulunmaktadır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e destek olmanın da tevhidin beslenmesinde ve takviye edilmesinde büyük bir etkisi mevcuttur. Aynı şekilde infakın da… Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu…” (Bakara, 265) Binaenaleyh Müslümanın nelerin tevhide dahil olduğunu, tevhidi nelerin güçlendirdiğini bilmesi ve bunları gerçekleştirmesi gerekir.

5

İslam’ın ilk özelliğinin tevhid olduğunu, tevhidin güçlü olduğu oranda müminin dünyadaki, berzahtaki ve ahretteki nurunun kuvvetli olacağını bildiğimiz takdirde konunun önemini daha iyi anlarız. Hiç şüphe yok ki bu, Kitab ve sünnetin nasslarını çokça inceleyip haşır neşir olandan başkasının hakkıyla kavrayamayacağı kadar geniş bir konudur. Bu konuya ilişkin bazı hatırlatmalarda bulunalım: İnsanların çoğu Allah azze ve celle’nin varlığını inkar etmezler. Çünkü Allah’ın varlığı insanoğlunun benliğine kazınmıştır. İhtiyaç halinde hemen O’na sığınırlar. Fakat O’nu hakikaten bilip tanıyanlar yalnızca ehl-i İslam’dır. O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilirler. Sahip olduğu hak ve hukuku bilirler. İşte bunların hepsini bir araya toplayan, kelime-i tevhiddir. ALLAH ism-i celali ilim, irade, kudret, hayat, semi’, basar, kelam, zatı, sıfatları ve benzerleri bakımından vahdaniyet, başkalarına muhtaç olmamak, başka her şeyin O’na muhtaç olması, kıdem, bekâ, hiçbir şeye benzemezlik sıfatlarına sahip olan Zât’ın özel adıdır. O en güzel isimlere sahiptir. En yüce örneklik O’nundur. İlahlık sadece O’nun hakkıdır. İşte bundan dolayı Müslüman Lâ ilâhe illallâh der. Allah Teâlânın uluhiyetle muttasıf olmasının gereği, rububiyet, malikiyet ve hakimiyetle de muttasfı olmasıdır. “De ki: Ben insanların rabbine, insanların malikine, insanların ilahına sığındım..” (Nâs, 1-3) “Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf, 40) “Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’râf, 54) Allah’ın hakimiyeti Kitab, sünnet, icma ve kıyas ile ortaya çıkmaktadır. Mükellef olan kimsenin bu varlıktaki makamı, uluhiyet, rububiyet, malikiyet ve hakimiyet hukukunu yerine getirmektir. Bu da ibadet ve ubudiyeti gerektirir. İbadet ve ubudiyet, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e iman etmeyi, vahyi tasdik etmeyi, teslim etmeyi ve teslim olmayı gerektirmektedir. Tevhidin hukukundan biri de her

6

şeyin, “Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (Zümer, 62) ayetinin bir gereği olarak Allah Teâlâ’nın fiili olduğunu bilincinde olman, hem kendi benliğinde ve hem de benliğinin dışında bunun bilincine varman ve mükellefiyeti gözetmek suretiyle her şeyi Allah’ın bir fiili olarak kabul edip karşılamandır. Tevhide ilişkin haklardan biri de Allah’ın seni duyduğunun ve gördüğünün bilincinde olmandır. “Şüphe yok ki ben ikinizle beraberim.. duyar ve görürüm.” (Tâ-Hâ, 46) “Bilmiyor mu ki Allah görüyor!?” (Alak, 14) Tevhid ile alakalı haklardan bir diğeri de kaza ve kaderi ile hükümleri konusunda Allah’a teslim olmaktır. Haklardan bir başkası da Allah’a karşı ibadet çeşitlerini yerine getirmek, O’na karşı ubudiyet çeşitleri ile boyun eğmektir. Tevhide dair haklardan biri de Allah’a mahsus olan bir şeyi Allah’tan başkasına vermemektir. Bu mesele birçok insan tarafından gafil olunan önemli bir meseledir. Tevhidin semereleri, tamamen hayır işlemek, şerri tamamen terk etmektir. Bununla beraber hayır işlerken olabilecek taksiratı görmek, şer işlenmesi halinde Allah’a tevbede bulunmaktır. İmanın bütün şubeleri, ehl-i imanın bütün vasıfları tevhidin eserlerinden biridir. Küfrü, küfür ehlini terk etmek, nifaktan ve nifak ahlakından uzak durmak, fıskı bir kenara itmek de tevhidin eserlerindendir. “Farz, vacip, sünnet, edep, mürüvvet, alicenaplık, veya zevk mükellefiyet kapsamına dahildir. Tenzihen veya tahrimen mekruhlar veya haram olan şeyler de mükellefiyet kapsamındadır.” dediğimiz takdirde tüm bu söylediklerimiz tevhidin meyvelerindendir.

7

Hatırda bulundurulmalı ki; farzlar içerisinde farz-ı ayn, farz-ı kifaye, farz-ı bâtıne bulunduğu gibi vaktin farzları, çağın farzları da bulunmaktadır. Haramlardan da hased, ucb, kibir gibi kalbî haramlar mevcuttur. Kitab ve sünnet üzerinde kapsamlı bir inceleme bizlere tevhidin semerelerini tanıtacaktır. Allah’a davetin ilk görünümü tevhiddir. Tevhide davetin bütün peygamberlerin (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) yürüttükleri davetin özelliğidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Senden önce bir peygamber göndermedik ki, ‘Benden başka ilah yoktur. O halde bana ibadet edin!’ diye kendisine vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25) Birçok davetçi bu dinin bu muazzam özelliği üzerinde yoğunlaşmak konusunda gafil davranmakta ve ellerinde olmasına rağmen bu asıldan başka şeyler üzerinde konuşmaktadırlar. Birçok davetçi, tevhidin mütekamil besleyicilerine karşı gaflet içinde bulunmakta dolayısıyla tevhidin bereketlerini kalplerinde ve benliklerinde hissedemeyip tevhidi geliştiren yola girmemekte ve bu yolda kılavuzluk yapmamaktadırlar. Bu da davetçilerin bir kusurudur. Sonra birçok Müslümanın tevhidine bir bozukluk karışmıştır. Tevekkül eksiktir.. ihlas eksiktir. Bütün bu olumsuzluklar davetçilerin tevhid üzere, tevhidi besleyen unsurlar olan zikir, yöntem incelemesi, destek olmak ve infak üzerinde yoğunlaşmalarını gerektirir. Bazı davetçiler zikrin önemine karşı uyanık davranırken yöntem incelemesi, destek olmayı ve infakı unutabilmektedirler. Kimisi de yöntem incelemesi hususunda dikkatli davranırken zikir, destek olmak ve infakı unutmaktadır. Bazıları da destek olmak konusunda dikkatli iken zikri, yöntem incelemesini ve infakı unutmaktadırlar. Bazısı zikrin bir kısmına karşı dikkatli iken diğer bir kısmını unutur. Kimisi yöntem incelemesinin bir bölümüne dikkat ederken diğer bir bölümünü unutur. Bazısı da elinden geldiği halde destek olma türlerinin bir kısmını unutabilmektedir. Marufu emretmek, münkeri nehyetmek, hayra davette

8

bulunmak, nasihat, hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmek destek olma kapsamına dahildir. Ayrıca cihad, öğretim, davet, eğitim ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, dinine ve şeriatına destek olmanın diğer türleri de bu kapsama dahildir.

9

İKİNCİ BÖLÜM ZİKİR Namaz zikirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Beni zikretmek için namaz kıl!” (Tâ-Hâ, 14) Hatta namaz, zikir çeşitlerinin en üstünüdür. Çünkü namaz, Allah Teâlâ’ya boyun eğmenin en yüce derecesini temsil eden bir hey’et zımnında tezekkürle beraber olan bir zikirdir. Namaz, İslam’daki tüm zikir türlerinin asıl rüknüdür. Talep edilen şeylerin yerine getirilmesi ve yasakların terk edilmesi Allah Teâlâ’nın zımnî olarak zikredilmesidir. Bunların Allah’ın dinindeki yerini talep derecesi belirler. Kur’an da bir zikirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve sana zikri indirdik.” (Nahl, 44) Dualar da zikir ve daha fazlasıdır. Belli münasebetlerle yapılan zikirler olduğu gibi sabah ve akşam zikir ve duaları da bulunmaktadır. Bunun yanında mutlak zikirler de vardır. Kalplerin hayatı olan zikrin yapılması kapsamına bunların hepsi girmektedir. Bu noktadan hareketle zikirden söz edildiğinde kulluğun gıdası olarak isimlendirilmesi mümkün olan her şey bu kapsama girmektedir. Ancak zikirle birlikte sahip oldukları öneme binaen besleyici üç hususu daha zikrettik. Hakiki anlamda zikreden kimse, farzları ve nafileleri ile namazı ikame eden, namaz virdlerinden, Kur’an tilavetinden, sabah-akşam zikir ve dualarından, zaman zaman yapacağı mutlak zikirlerden nasibini almış, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarını terk etmiş kimsedir. İşte hakiki manada zikreden kimse budur. Bu yüce makama erişmek için tedrici hareket etmek bu dinin izlediği yoldur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şüphe

10

yok ki bu din sağlamdır. Dolayısıyla bunda yumuşaklıkla yürüyün!” İmam Ahmed tahric etmiştir. Hasen bir hadistir.² İşte bundan dolayıdır ki eğitim ve terbiye ehli kimseler namazın ikamesi, sabah ve akşam virdlerinin yerine getirilmesi, farzların eda edilip haramların terk edilmesi, belli münasebetlerle yapılan zikirlerin adet haline getirilmesi, mutlak zikirlerle meşgul olunmasını vurgulaya gelmişlerdir ki bu suretle kalben ve davranışlar bakımından bir kemal noktasından diğer kemal noktasına intikal edilebilsin ve insan, daha fazla zikreden, ubudiyeti daha fazla biri olabilsin. Allah azze ve celle’yi zikretmek, tevhidin hem gıdası hem de suyudur. Mutlak bir şekilde teşvik olunduğumuz zikirlere ve bu zikirlerin tevhidin derinleşmesi üzerindeki etkilerine bakın. Meselâ Lâ ilâhe illallâh’ı çokça tekrar etmemiz, tevhidin ve imanın kalplerimizde yenilenmesini sağlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şu sözüne bakınız: “İmanlarınızı yenileyiniz!” “İmanlarımızı nasıl yenileriz, ey Allah’ın Rasûlü?” denildi, “Lâ ilâhe illallâh’ı çokça söyleyiniz.” buyurdu. Subhânallâh sözümüze bakın. Bu söz, Allah’ı tanıtmakta ve onu birlemektedir. Subhânallah sözü Allah Teâlâ’nın celaline yakışmayan şeylerden, koşulması muhtemel ortaklardan, zulümden, hevadan ve eksiklik görünümü veren her şeyden tenzih edilmesidir. İşte bütün bunlar tevhidi sular ve besler. Elhamdu lillâh sözümüze bakınız. Bu söz de maddi, manevî ve şer-î her türlü nimetin ardında Allah’ın var olduğunu itiraf etmektir. Bu nimetler karşısında Allah’a şükretmektir. Bu da tevhidin köküne su verilip ve beslenmesi demektir.

11

Allâhu ekber sözümüze bakınız. Teşri ve daha başka konularda kendisinden başka en büyük olmamak üzere Allah’ın tazim edilmesidir. Bu da Allah yanında Allah’tan başka bir şeyin varlığından kalbin halasa erdirilmesidir. Müminin kalbinde ne şahıs, ne halk, ne insan ve ne de başka bir yaratık en büyüktür. Bu da tevhidin bir başka besini ve can suyudur. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh sözümüze bakınız. Herhangi bir masiyetten alıkoyacak Allah’tan başka bir güç yoktur. Aynı şekilde herhangi bir taate yöneltecek Allah’tan başka bir kuvvet de yoktur. Hatta mutlak manada güç ve kuvvet ancak ve ancak Allah iledir, Allah’ındır. İşte bu da Allah’ın tanınması ve tevhid edilmesidir. Ayrıca tevhidin bir diğer gıdası ve can suyudur. Hasbunallâhu ve ni’me’l-vekîl sözümüze bakınız. Bu söz de tevhidin zirvesi olan tevekkülün kökleştirilmesi demektir. Estağfirullâh sözümüze bakınız. Bu söz de Allah Teâlâ’nın bizleri mükellef kıldığı, bizim kusur işlediğimizi ve bu yüzden de bağışlamasını talep ettiğimizi ifade eder. Bu da tevhidin beslenmesi ve kökleştirilmesi demektir. Allâhumme salli alâ Muhammedin ve âlihî ve sellim sözümüze bakınız. Bu söz de Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bizim ve tüm insanlar karşısındaki faziletini itiraf etmektir. Ayrıca Allah’ın, Rasûlü vasıtasıyla bizlere bahşettiği ikramların karşılığının -yine Allah tarafından verilmesi haricinde- hakkıyla eda edilmekten çok yüce olduğunun itirafıdır. Bu mutlak zikirlerden her biri imanı besler, tevhide can suyu verir. Bundan ötürü sevenlerimizden, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in teşvik buyurduğu bu zikirlerle Allah’ı bol bol zikretmeye teveccüh etmelerini istiyoruz. Müslüman erkek ve ba-

12

yanlar bu zikirleri her ne şekilde olursa olsun, ister tek tek, ister hepsi beraber, ister bir kısmını beraber bir kısmını tek başına veya hepsini bir arada yapmaya başlamalıdırlar. Meselâ “Subhânallâhi ve’l-Hamdu lillâhi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.. ve hasbunallâhi ve ni’me’l-vekîl ve estağfirullâh.. Allâhumme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sellim.” diyebilir. Bunun bereketini muhakkak görecektir. Adetimiz olduğu üzere ahbabımıza, bu zikirleri yaklaşık yedi bin kez yaparak Allah’ı zikretmek suretiyle seyirlerine başlamalarını tavsiye ediyoruz. Allah’ın izniyle bunun bereketini kesin göreceklerdir. Hayatlarında bunu defalarca tekrar etmelerini öğütlüyoruz. İnsanın nefsini belirli sayıdaki zikirle ilzam etmesinde, sünnet saymadığı sürece hiçbir sıkıntı yoktur. Bu sadece teşvik edilmiş mutlak bir fiilin güç yetecek kadarıyla mubah bir sınırlandırmaya tabi tutulması ve kalpte tesirini bırakacak şekilde zikrin daha fazla yapılabilmesini sağlamak hususunda bir içtihattır. Tecrübe de bunu göstermektedir. Meselâ bir zikir ve zikirden daha fazlası olan namaza bakın. Tevhidin gıdası ve can suyu olduğunu görürsünüz. Bu hususta namazın zikirleri veya tilavetleri ya da sonrasındaki mesûr zikirler arasında fark yoktur. Bu nedenle ahbabımıza cemaatle namaza sarılmalarını, bol bol nafile kılmalarını tavsiye ediyoruz. İşte tevhidin gıdası ve can suyunun esası budur. Bir de Kur’an tilavetine bakınız. Kur’an tilaveti de bir zikirdir. Tevhidi derinleştirir, tevhide gıda ve can suyu verir. Şu ayet-i kerimeler ortadadır: “O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır.” (Enfâl, 2) “Bu zikirle dolu Kur'ân'a bak!” (Sâd, 1) “Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim, 52) Bundan ötürü ahbabımı-

13

za Kur’an tilavet etmelerini, bol bol Kur’an okumalarını, ezberlemelerini, günlük olarak okuyacakları minimum seviyede bir miktar belirleyip bunu kendilerine mecbur kılmalarını, bu adeti terk etmemelerini, kusurlu davranıp terk etseler de sonradan gidermelerini tavsiye ediyoruz. Hakikatte İslam’ın tüm ibadetleri direkt ve dolaylı olarak birer zikirdir. İslam’ın tüm mükellefiyetleri de –özellikle de bu mükellefiyetlerle birlikte niyet ve ihlas var ise- direkt veya dolaylı olarak birer zikirdir. Bu nedenle ahbabımıza emri yerine getirirken ve yasaktan kaçınırken Salih bir niyet taşımalarını öğütlüyoruz. Hatta tek bir amel içinde birkaç niyete sahip bulunmalarını tavsiye ediyoruz. Zira bu tevhidi besler ve can suyu verir. SABAH AKŞAM ZİKİRLERİ VE BELLİ MÜNASEBETLERDE YAPILAN ZİKİRLER Sabah zikirlerine, akşam zikirlerine veya sabah ve akşam zikirlerine teşvikte bulunan birçok nass mevcuttur. Sabah namazından, ikindi namazından ve akşam namazından sonra zikre teşvik eden nasslar varid olmuştur. Bu konuyla ilgili bir çok nass bulunmaktadır. Bu yüzdendir ki alimler kişinin bir sabah bir akşam virdi olmasını müstehab kabul etmişlerdir. Sabah namazı virdinin, Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Kim sabah namazını cemaatle kılar sonra güneş doğuncaya dek oturup Allah’ı zikreder ve bundan sonra da iki rekat namaz kılarsa tamı tamına, tamı tamına, tamı tamına bir hac ve bir umre ecri kazanır.”³ sözü sebebiyle sabah namazından sonra olmasını müstehab görmüşlerdir. Akşam virdinin de akşam namazı ile yatsı namazı arasında olmasını müstehab kabul etmişlerdir. Çünkü bazı ilim adamları “Çünkü gece neş'esi hem daha dokunaklı hem deyişçe daha sağlamdır” (Müzzemmil, 6) Gece neş’esi ile murad edilen akşam ve yatsı namazı arasıdır. İnsanın sabah veya akşam virdi için seçeceği her zikir güzeldir. Bu zikir-

14

lerin mesûr olması daha da güzeldir. Üstad el-Bennâ, kardeşlerinin kendisine yüklemiş olduğu vazifesi kapsamında sabah ve akşam virdleri konusunda varid olmuş rivayetlerin bir kısmını bir araya derlemiştir. Bu zikirler, Müslümanın sabah ve akşam devamlı surette yapacağı en hayırlı zikirlerdir. Hocalarımız bize sabah ve akşam virdlerimizin şu şekilde olmasını emrederlerdi: Yüz defa istiğfar, yüz defa salavat, yüz defa tehlil (Lâ ilâhe illallâh), üç defa İhlas Sûresi. Sabah virdini, gündüzün zikirle geçirilmesine; akşam virdinin de gecenin zikirle geçirilmesine yardımcı olarak kabul ederlerdi. Sabah virdini yapamayan geceleyin kaza eder; akşam virdini yapamayan da gündüz kaza eder. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yine odur ki tezekkür etmek veya şükreylemek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine halef kılmıştır.” (Furkan, 62) Meşayıhtan bazısı da istiğfar, salavat ve tehlili, zikrin esası olarak görmüştür. Çünkü bunlara duyulan ihtiyaç daha fazladır. Zira Müslüman günah işlemekten uzak kalamaz. Rasûlullah sevgisi tekid edilmeye; iman da yenilenmeye muhtaçtır. İmanın yenilenmesi Lâ ilâhe illallâh ile olur. Sabah ve akşam virdleri yanında bir de belli münasebetler yapılan zikirler, belli durum, vakit veya münasebete bağlı olan zikirler de bulunmaktadır. Nevevî, el-Ezkâr adlı eserinde bu konuya ilişkin olarak varid olmuş zikirlerin en mühimlerini bir araya derlemiştir. Üstad el-Bennâ, el-Me’sûrât adlı risalesinde erkeği ve kadınıyla Müslümanların müstağni kalamayacakları belli münasebetlere dair zikirlere dikkatleri çekmiştir. Müslüman belli münasebetlere ilişkin zikirleri yerine getiriyorsa, namazı ikame ediyorsa, sabah ve akşam virdleri varsa, mutlak virdlerle veya bunlardan biriyle meşgul ise, ezberlemek ve okumak suretiyle Kur’an tilavetinden bir nasibi varsa, Allah’ın izniyle bu Müslüman en doğru yol üzerindedir.

15

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (Ankebût, 45) “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21) Allah Teâlâ’nın bu ayetteki “Allah’ı çokça zikreden” sözü üzerinde iyi düşünün ki bu suretle Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e iktidânın yolunun çokça zikretmek olduğunu göreceksiniz. ALLAH’I MÜFRED İSMİ İLE ZİKRETMEK, KALBİ KONSANTRE EDEN BİR GIDADIR Allah Teâlâ’yı herhangi bir sîğa ile zikretmek kalp mutmainliğine ulaştıran tek vesiledir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28) Ayetin ‫أال‬ edatı ile başlaması, câr ve mecrûrun ‫ بذكر‬fiilden önce yer alması, kalpte iman ve yakîn mutmainliğinin ancak ve ancak zikirle olabileceğini ifade eder. Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: “Ey itmi’nana ermiş nefis! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön! Kullarım arasına dahil ol ve cennetime gir!” (Fecr, 27-30) Kalp mutmainliğinin Allah’ın rızasına giden yol olduğunu ve O’nu zikretmeden mutmainliğin olmadığını öğrendiğimiz taktirde zikrin mahallini ve zikrin Allah’ın dinindeki kıymetini idrak etmiş oluruz. Her bir zikrin kalpte çeşitli etkileri bulunmaktadır. Zikirlerin kalpteki tesiri zikrin çeşidine göre değişiklik gösterir. Her ne kadar bütün zikirlerin kalpte mübarek etkileri var olsa da kalp üzerinde en büyük etkiye sahip olan zikir “Allah”ın müfred isminin zikredilmesidir. Muazzam bir tesire sahip olmasından ötürü bazı şeyhler bu zikri

16

sadece ileri merhalelerde tavsiye ederler. Allah azze ve celle’nin müfred ismi ile yapılacak zikrin de zikrin kalp üzerindeki tesirlerini bilen arif-i billah bir şeyhin gözetiminde yapılmasını şart koşarlar. Şeyhlerin zikrin bu türüne yönelmelerinin nedeni ise aşırı gaflet ve kalplerin ölmüş olmasıdır. Tecrübeyle sabittir ki bu zikrin kalp üzerinde ve marifetullah üzerindeki etkisi diğer başka herhangi bir zikirden daha fazladır. Allah Teâlâ’nın müfred ismi ile zikredilmesinin cevazına muhalif görüş beyan edenlere karşı hüccetin bulunduğunu görmekteyiz. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin adını an ve bütün benliğinle O’na yönel.” (Müzzemmil, 8) “Yaratan rabbinin adıyla oku!” (Alak, 1) Allah’ı müfred ismi ile zikretmenin olumlu yönlerini görmekle birlikte şart koşmuyoruz. İnsanın kalbi belli bir me’sûr zikre karşı itminan duyduğunda ve bunun faydasını hissettiğinde bu zikre sarılmalıdır. Tecrübe ile ortaya çıkmıştır ki Allah’ın müfred isminin zikredilmesi yerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e salavat getirmekten başkası mükemmel ve eksiksiz olarak geçemez. Bu nedenle bazı şeyhlerimiz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e salavat getirmenin mürşid-i kamil yerine geçtiğini kabul etmektedirler. Dolayısıyla da talebelerine günlük bin defadan az olmamak kaydıyla Allâhumme salli alâ Muhammedin ve âlihî ve sellim demek gibi en kısa biçimde de olsa salavat virdi edinmelerini tavsiye etmektedirler. ZİKİR TELKİNİ VE SÖZ ALMAK Sahabe-i kiram, Kur’an’ın tamamını Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den telkin yoluyla almışlardır. Zikir ve duaları da içeren kavlî sünnetleri de bu yolla almışlardır. Ümmet Allah’ın lütfu ile birçok nassı ve ilmi halen telkin yoluyla almaktadır. Telkine dayalı zikir

17

sünneti ümmet içinde herhangi bir şekilde tevarüs ede gelmektedir. Bu nedenle mübarek etkileri görülmektedir. Ancak terbiye şeyhleri, zikrin zikreden uyanık kalbe sahip biri tarafından telkin edilmesini müstehab görmüşlerdir. Bundan dolayı bir çok çevrede zikir telkini mevcuttur. Telkinin bir takım etkileri ve hususiyetleri bulunmaktadır. Tecrübe göstermiştir ki zikri telkin eden kişi, hali, salahı ve istikameti bakımından ne kadar güçlü olursa telkini diğer insanların kalbinde o derece büyük etkiye sahip olur. Bazı meşayıh, her insanın istiğfar ve tecdid-i imana muhtaç olmasından dolayı telkinde istiğfar ve tehlile özel önem vermiştir. Bazı nasslarda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in İmam Ali’ye kelime-i tevhidi telkin ettiği geçmektedir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girdikleri zaman ashabından söz alırdı. Bazılarından kimi ameller için ayrı söz alırdı. Buradan hareketle ümmet bey’at fikrini tevarüs etmiştir. Bey’atin iki türü bulunmaktadır: İdarecilerle itaat üzere bey’at, şeyhlere/hocalara takva üzere bey’at.. Birçok insan, şeyhe verilecek bey’atle idareciye verilecek bey’ati birbirine karıştırmıştır. Bundan dolayı şeyhlere verilen bey’atin ahit/söz olarak adlandırılması suretiyle idarecilere verilen bey’atten ayrılması görüşündeyiz. Bu söz, yemin formatına sahipse yemin hükmündedir; yemin formatında değilse yemin hükmünde değildir. Bundan ötürü fakihler, “bir şeyhe bir söz, bir diğer şeyhe bir başka söz vermiş olan birinin bu sözlerinden hangisi bağlayıcıdır?” şeklindeki soruya ilişkin olarak “Ne öteki, ne de beriki bağlayıcı değildir. Bunun bir aslı yoktur.” demişlerdir. Cari olan adete göre müritler şeyhten ahit/söz isterler. Şeyh de onlara söz verir ve zikir telkininde bulunur. Müridin himmeti Allah’ın rızalığı talebine doğru harekete geçerse ne âlâ.. Aksi halde başka bir şeyh arayışına girer. Şeyhler, Allah azze ve celle’nin “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerinde-

18

dir.” (Feth, 10) ayetini okumayı adet edinmişlerdir. Bey’at konusunda sünnette bu ayetin tilavet edilmesine ilişkin bir asıl bulunmamaktadır. Çünkü bu ayeti bu makamda tilavet edilmesi karışıklık meydana getirebilir. Biz bu ayet yerine Allah Teâlâ’ya karşı ahdi hatırlatan başka bir ayetin konulması görüşündeyiz. Meselâ “Allah'ın size olan nimetini, "Duyduk ve kabul ettik" dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, kalblerin içindekini bilmektedir.” (Maide, 7) Mükemmel davetçilerden söz alınmasında, hem söz veren hem söz alan için bir bereket olduğu görüşündeyiz. Bu söz, alan için himmetin, ruhî bağın ve bağlılık yönünde atılan adımın yenilenmesi mesabesindeyken sözü veren için de başkalarına karşı, haklarını yerine getirip hizmetlerini görüp ilgi göstermek suretiyle üzerinde taşıdığı bir sorumluluktur. Ahit/söz ve telkin için en ideal format, ahit verenin elini erkek ise diğerinin eline koyması, kadın ise sadece telkin ile yetinmesi ve az önce işaret edilen ayeti okuyup sonra da üç kez Estağfirullâh el-Azîm ellezî lâ ilâhe illâ huve’l-Hayye’l-Kayyûm ve etûbu ileyh demesi ve diğer kişinin de bu sözleri her defasında tekrar etmesidir. Ahit verenin tam bir murakabe, hudû, haşyet ve pişmanlık halinde bulunması; ahit alanın da aynı hal üzere bulunması gerekir. Daha sonra ahit veren kişi üç kez Lâ ilâhe illallâh der ve ahit alan da bu sözleri her defasında tekrarlar. Ahit verenin de alanın da, Lâ ilâhe illallâh sözünün manasını kalbinde hazır etmesi gerekir. Daha sonra ahit veren “Sana Allah’a karşı takvalı olmanı, mümkün olduğunca, imkan bulabildiğince zikri elden bırakmamanı, her gün yüz defa Estağfirullâh.. yüz defa Allâhumme salli alâ Muhammedin ve âlihî ve sellim.. yüz defa Lâ ilâhe illallâh demeni.. üç defa İhlas Sûresi’ni okumanı, az da olsa her gün bir miktar Kur’an okumanı ve belirlenmiş olan müfredat üzere incelemede 19

bulunmak üzere belli bir vakit tahsis etmeni tavsiye ederim. Allah bizi muhafaza ederek gözetsin!” der. Ahdi alan da “Tavsiyeni kabul ettim. Gereğince amel edeceğim inşallah.” der. Allah Teâlâ’ya doğru ilmî ve amelî seyir böylece başlar. İlmî seyrin, tevhidi beslemek bakımından ruhî seyri tamamlayıcı olması için “Yöntem İncelemesi ve Bu Yolda Eğitim” başlığı ile yeni bir konuya giriyoruz.

20

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ZİKİR İÇİN BİR ARAYA TOPLANMAK Dünyanın çekici unsurları her asırda çok ve büyük olmuştur. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Bilakis dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16, 17) Fakat geçmiş asırlara göre içinde bulunduğumuz çağdaş dünya hayatının süsü daha fazladır. Bu çağda maddiyat daha baskın hale gelmiş, şehvet ve arzular daha da belirginleşmiştir. Bu durum asrın getirdiği dertlere derman olmayı, hastalıklarına tedavi reçeteleri uygulamayı gerekli kılmaktadır. İşte kalbî, ruhî yöne ve bu yönü canlandıracak hususlara daha fazla odaklanmamın nedeni budur. Bunun bir neticesi olarak zikir için bir araya gelmek fikrinin, Allah azze ve celle’ye yönelme amacına yönelik olarak kalbin canlandırılması ve duyguların bu yönde uyandırılması vesilelerinden biri olmak üzere yenilenmesine ve bu fikrin, kendisini muaheze altına alan hususlardan kurtarılmasına yönelik çağrıda bulundum. Ayrıca zikrin, kalbin duyduğu ihtiyaç miktarı dışında sınırlandırılamayacak kadar çok yapılması çağrısında da bulundum. Duydukları gereksinim bakımından kalpler aynı değildir. Her kalp farklıdır. Ve her biri tedaviye muhtaçtır. Nevevî rahimehullâh el-Mecmû adlı eserinin mukaddimesinde şunları ifade etmiştir: “Kalp ilmine gelince.. Bu ilim haset, ucb vb. kalp hastalıklarının bilinmesidir. Gazâlî şöyle demiştir: Bu hastalıkların sınırlarının, sebeplerinin, tabiatlarının ve tedavilerinin bilinmesi farz-ı ayndır. Bir başkası da şöyle söylemiştir: Mükellefin haram olan bu hastalıklardan salim bir kalp ile rızıklandırılması yeterlidir. Artık bunların tedavi yöntemlerini öğrenmesi gerekli değildir. Bunlardan selamette değilse bakar.. Nasıl ki zinayı terk etmenin delillerini öğrenmeden zina 21

vb. terk etmesi gerekiyorsa, aynen bunun gibi ilim öğrenmeksizin kalbini hastalıklardan arındırabiliyorsa arındırması gerekir. Söz konusu ilmi öğrenmeksizin terk etmesi mümkün değilse bu durumda öğrenmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.” Zikir için bir araya toplanmaya davet ettim diye birileri bana karşı aleyhimde kampanya düzenledi. Zikir için bir araya toplanmayı da “Allah” isminin zikrini mubah görmemi de birer münker addettiler. Bununla birlikte Müslüman, sahip olduğu kalbî fıtrat ile bu konudaki hakikatin ne olduğunu idrak etmektedir. Bunu kabul etmeyenin neden kabul etmediğini tartışmayı münasip gördüm: S.8- Azmin canlandırılması için bir vesile olarak zikir için bir araya toplanmaya –Ruh Terbiyemiz adlı eserdeki Rasûlullah’a (sav) salavat da bu kabildendir- çağrıda bulunmuşsunuz. Malumdur ki bazıları bu hususu bid’at görmektedirler. Böyle bir şeyi ne ile savunmaktasınız? Özellikle de bidat addeden bu kişiler sizin çağrı yaptığınız konu karşısında İbn Mes’ûd’un tutumunu delil göstermektedirler: Dârimî’nin es-Sünen’de sahih senedle; İmam Ahmed’in ez-Zühd’de ve Ebû Nu’aym’ın el-Hılye’de tahricine göre; “Tabiînden bir grup Abdullah b. Mes’ûd’un kapısı önünde oturuyordu. Ebû Mûsâ elEş’arî geldi ve onların yanına oturdu. İbn Mes’ûd dışarı çıkınca Ebû Mûsâ el-Eş’arî ona “Ey Ebû Abdirrahman! Az önce mescidde senin reddettiğin benim ise Allah’a hamd olsun ki hayırdan başka bir şey olarak görmediğim bir duruma şahit oldum.” “Nedir o?” dedi. “Yaşarsan göreceksin.. Az önce mescidde halka halinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm. Her halkada bir adam, ellerinde taşlar var.. Adam, yüz defa tesbihte bulunun, diyor. Onlar da yüz kere tesbihte bulunuyorlar.” dedi. İbn Mes’ûd “Onlara ne dedin?” diye sordu. Ebû Mûsâ “Senin görüşünü veya senin emrini

22

bekleyerek hiçbir şey söylemedim.” dedi. “İyiliklerinden hiçbir şeyin zayi olmayacağını onlara garantileyerek işledikleri kötülükleri saymalarını söylemedin mi?” dedi. Sonra yürüdü. Biz de onunla beraber gittik. Ta ki o halkalardan birine geldi. Yanlarında durdu ve “Yaptığınızı gördüğüm bu şey de nedir?” dedi. “Ey Ebû Abdirrahman! Tekbir, tehlil ve tesbihleri saydığımız taşlardır..” dediler. “İşlediğiniz kötülükleri sayın! Ben de size iyiliklerinizden hiçbir şeyin zayi olmayacağını garanti edeyim. Yazık size Muhammed ümmeti! Ne çabuk helake yöneldiniz?! Nebinizin sahabileri aranızda.. elbisesi daha çürümedi.. Kap kaçağı daha kırılıp gitmedi.. Canım elinde olana yemin olsun ki sizler ya Muhammed’in milletinden daha fazla hidayete sahip bir millet üzeresiniz ya da dalalet kapısını açanlarsınız.” dedi. “Ey Ebû Abdirrahman!” dediler, “Hayırdan başka bir muradımız yoktur.” “Hayır murad eden niceleri var ki hedefi tutturamazlar. Rasûlullah (sav) bize Kur’an okuyan ama köprücük kemiklerini geçmeyen bir topluluktan bahsetti. Allah’a yemin ederim ki, bilmiyorum ama onların çoğu belki de sizlerdendir.” dedi. Sonra da dönüp gitti. Amr b. Seleme “O halkalardakilerin genelini Nehrevân Savaşı’nda Haricilerle beraber bize karşı çarpışırken gördük.” demiştir. C.8- Sahabînin mezhebi, Rasûlullah’a (sav) merfû sarih ve sahih nasslara muarız ise terk edilir. Birçok insan tarafından delil olarak sunulan İbn Mes’ûd olayı da bunun bir ikrarı ve kabulüdür. Burada da durum aynıdır. Zikir için bir araya toplanmak konusunda sarih ve sahih bir hadis varid olmuştur. Hadis imamlarından biri olarak İbn Hacer, bu hadisten murad edileni, bazılarının ilim üzere toplanmak şeklinde yorumlamalarından farklı olarak tesbih ve tahmid için top-

23

lanmak olarak anlamıştır. Birazdan bu hadisi, ardından İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî’deki sözlerini zikredip peşinden fakih bir muhaddis olan Suyûtî’nin sözlerine yer vereceğim. Ebû Hureyre’den (ra) rivayete göre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Allah Teâlâ’nın zikir ehlini arayarak yollarda dolaşan melekleri vardır. Allah azze ve celle’yi zikreden bir topluluk buldukları zaman “İhtiyacınıza (aradığınıza) gelin!” diye birbirlerine seslenirler. Dünya semasına kadar onları kanatlarıyla çevrelerler. Rableri -daha iyi bildiği halde- onlara “Kullarım ne diyorlar?” diye sorar. “Seni tesbih ediyorlar.. seni tekbir ediyorlar.. seni tahmid ediyorlar.. seni temcid ediyorlar..”derler. Allah Teâlâ “Beni gördüler mi?” buyurur. Melekler “Vallahi hayır, seni görmediler.” derler. Allah Teâlâ “Beni görseler nasıl olur?” buyurur. Melekler şöyle derler: “Seni görseler, sana daha sıkı ibadet ederler, seni daha şiddetli temcid ederler ve seni daha şiddetle tesbih ederlerdi.”Allah Teâlâ “Peki ne istiyorlar?” buyurur. “Senden cenneti istiyorlar..” derler. “Onu (cenneti) gördüler mi?” buyurur. “Vallahi hayır ya rabbi, onu görmediler.” derler. “Peki onu görseler nasıl olur?” buyurur. “Onu görmüş olsalar, ona karşı daha bir hırslı olurlar.. daha bir istekli olurlar.. daha da rağbetli olurlar..” derler. Allah Teâlâ “Peki onlar hangi şeyden sığınma diliyorlar?” buyurur. “Cehennemden sakınıp sığınma diliyorlar.” derler. “Peki ya onu gördüler mi?” buyurur. “Vallahi onu görmediler.” derler. “Onu görseler nasıl olur?” buyurur. “Daha bir şiddetle kaçarlar.. daha bir şiddetle korkarlar..” derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Sizi şahit tutuyorum onları mağfiret eyledim.” der. Meleklerden biri: “Onlar içinde kendilerinden olmayan, sadece bir ihtiyaç için gelmiş falan kişi var.” der. Allah Teâlâ “Onlar öyle kimselerdir ki onlarla birlikte oturan da bedbaht olmaz.” buyurdu.” (Muttefekun aleyh)

24

Müslim’in Ebû Hureyre’den (ra) rivayetinde Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın zikir meclislerini arayıp duran diğer hafaza meleklerinden fazla olan gezici melekleri vardır. İçinde zikrin olduğu bir meclis buldular mı onlarla beraber otururlar. Kendileri ile dünya semasını dolduruncaya kadar kanatlarıyla birbirlerini sararlar. Ayrıldıkları zaman semaya doğru yükselip çıkarlar. Ve Allah azze ve celle -daha iyi bildiği halde- onlara “Nereden geldiniz?” diye sorar. “Yeryüzündeki kullarının yanından geldik. Seni tesbih ediyorlar.. seni tekbir ediyorlar.. seni tehlil ediyorlar.. sana hamd ediyorlar ve senden istiyorlar.” derler. Allah Teâlâ “Benden ne istiyorlar?” buyurdu. “Senden cennetini istiyorlar.” dediler. “Cennetimi gördüler mi?” dedi. “Hayır ya rabbi!” dediler. “Cennetimi görseler nasıl olur?” dedi. “Ve senden eman diliyorlar.” dediler. “Hangi şeyden dolayı benden eman diliyorlar?” dedi. “Cehenneminden ya rabbi..” dediler. “Cehennemimi gördüler mi?” buyurdu. “Hayır..” dediler. “Cehennemimi görseler nasıl olur?” buyurdu. “Senden mağfiret diliyorlar.” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Ben onları bağışladım. İstediklerini onlara verdim. Eman diledikleri şeyden dolayı onlara eman verdim.” buyurdu. Melekler “Ya rabbi! Onlar içerisinde hatası çok bir kul var. Geçerken onlarla birlikte oturdu.” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ “Onu da mağfiret eyledim. Onlar öyle bir topluluk ki kendileri ile beraber oturan da bedbaht olmaz.” buyurdu. İbn Hacer (rha) şunları kaydetmiştir: “Seni tesbih ediyorlar.. seni tekbir ediyorlar.. sana hamd ediyorlar..” sözü… Cerîr tarikinden İshak ve Osman, “seni temcid ediyorlar..” ziyadesini eklemiştir. İbn Ebi’d-Dünyâ’da böyledir. Ebû

25

Muâviye rivayetinde şöyle geçer: “Onları seni hamd ederken, seni temcid ederken ve seni zikrederken bıraktık, derler.” El-İsmâ’îlî’nin rivayetinde de şu ifadeler yer almaktadır: “Rabbimiz! Seni zikrederlerken onların yanından geçtik, dediler...” Süheyl rivayetinde ise şu ifadeler yer almaktadır: “Senin yeryüzündeki kulların yanından geldik. Seni tesbih ediyorlar.. seni tekbir ediyorlar.. seni tehlil ediyorlar.. sana hamd ediyorlar.. senden istiyorlar..” Bezzâr’daki Enes hadisinde de şu ifadeler yer alır: “Nimetlerine tazim gösterirler.. kitabını tilavet ederler.. nebine salavat getirirler.. ahretleri ve dünyaları için senden istekte bulunurlar.” Bu tariklerin toplamından elde edildiğine göre zikir meclisleri ile murad edilen, tesbih, tekbir vb. varid olan zikir çeşitlerini, Kur’an tilavetini, dünya ve ahretin hayrına yönelik duaları içeren meclislerdir. Nebevî hadislerin okunması, şerî ilim tedrisi ve müzakeresi, nafile namaz için bir araya toplanmak gibi fiillerin bu meclislere dahil olduğu hususu kuşkuludur. Hadis okumak, ilim tedrisi, ve ilmî konularda münazara etmek Allah’ı zikretmek müsemmâsı altına her ne kadar dahil ise de sözü edilen meclislerin sadece tesbih, tekbir vb ile tilavete mahsus kılınması murad edilene daha fazla benzerlik göstermektedir.” İbn Hacer (rha) şöyle demiştir: “Hadiste zikir meclislerinin ve zikredenlerin fazileti, zikir için bir araya toplanmanın fazileti, zikre iştirak etmese dahi onlarla beraber oturanın da kendilerine Allah Teâlâ tarafından yapılan ikram ve lütuf kapsamına dahil olduğu yer almaktadır. Hadiste meleklerin ademoğullarına olan sevgisi ve onlara gösterdikleri özen de söz konusudur. Ayrıca sorunun, sorunun konusunu soruya muhatap olan kimseden daha iyi bildiği halde önemini, değerini göstermek ve konunun mertebesinin ne kadar şerefli olduğunu ilan etmek maksadıyla soru sahibinden sadır olabileceği de bu hadiste yer almaktadır. Allah Teâlâ’nın meleklere zikir ehliyle

26

ilgili soru sorması hususunda meleklerin “Biz seni hamd ile tesbih ederken, seni takdis ederken orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” şeklindeki sözlerine işaret bulunduğu da söylenmiştir. Sanki meleklere şöyle denilmiştir: Kendilerine musallat olan şehvet ve arzulara, şeytanın vesveselerine rağmen kendilerinden hasıl olan tesbihe ve takdise bakın! Bu olumsuzlukların tedavisi nasıl gerçekleştirdiler ve tesbih ile takdis konusunda sizinle nasıl benzerlik gösterdiler. İfade edilen bir diğer görüşe göre bu hadisten şöyle de bir husus elde edilmektedir: Ademoğullarından hasıl olan zikir, melâikeden hasıl olan zikirden daha yüce ve daha şereflidir. Çünkü ademoğullarının zikri meşgul edici ve çeldirici unsurların çokluğuna rağmen hasıl olmakta ve gayb aleminde sadır olmaktadır. Bunların tamamında melâike tamamen farklıdır.” Suyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ adlı eserinde bir soru ve cevabını zikretmiştir. Bu soru ve cevabı aynen şöyledir: Şöyle bir sorum var. Allah size ikramda bulunsun.Sâdât-ı sûfiyyenin adet edinmiş oldukları mescidlerde zikir halkaları oluşturmak, zikri seslice yapmak ve yüksek sesle tehlilde bulunmak mekruh mudur değil midir? Cevap -: Bunların hiçbirinde bir kerahet bulunmamaktadır. Zikrin cehrî olarak yapılmasının müstehablığını da gizli olarak yapılmasını gerektirecek hadisler varid olmuştur. Bu iki grupta yer alan hadisleri şöyle cem etmek mümkündür. Bahsedilen durum kişilere ve hallere göre değişiklik arz edebilir. Nitekim Nevevî, Kur’an’ı cehren okumanın müstehablığı hakkındaki hadislerle sirrî okumanın müstehablığı(na ilişkin hadisleri) benzer şekilde cem etmiştir. Şimdi bunları bölüm bölüm ele alıp açıklayacağım: Sarahaten ve iltizamen cehrî zikrin müstehab olduğuna delalet eden hadisler:

27

Birinci hadis: Buhârî Ebû Hureyre’den (ra) tahric etmiştir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah buyuruyor ki: Ben kulumun zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Beni kendi nefsinde zikrederse, ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” Topluluk içinde anmak/zikretmek, sadece cehrî olarak olur. İkinci hadis: Câbir’den (ra) Bezzâr, el-Müstedrek’te Hâkim tahric etmiş ve tashih etmiştir: “Hz. Peygamber (sav) yanımıza çıktı ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah’ın meleklerden oluşan , yeryüzündeki zikir meclislerinde yer edip duran seriyyeleri vardır. Cennet bahçelerinden istifade edin!” “Cennet bahçeleri nerede?” dediler. “Zikir meclisleridir. Sabah akşam Allah’ı zikirde olun!” buyurdu. Üçüncü hadis: Müslim ve Hâkim Ebû Hureyre’den (ra) tahric etmiştir. -Lafız Hâkim’ aittir.- Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ın hafaza meleklerinden fazla, yeryüzündeki zikir meclislerini araştıran gezici melekleri vardır. Bir meclise geldiklerinde birbirlerini ta semaya kadar sararlar. Ve Allah Teâlâ “Nereden geldiniz?” der. “Kullarının yanından geldik. Seni tesbih ediyorlar.. seni tekbir ediyorlar.. sana hamd ediyorlar.. seni tehlil ediyorlar.. senden istiyorlar.. senden eman diliyorlar..” derler. Allah Teâlâ daha iyi bildiği halde “Ne istiyorlar?” diye sorar. “Senden cenneti istiyorlar.” derler. “Onu gördüler mi?” der. “Hayır, ya rabbi!” derler. “Görseler nasıl olur?” buyurur. Sonra onları daha iyi bildiği halde “Neden dolayı benden eman diliyorlar?” der. “Cehennemden…” derler. “Onu gördüler mi?” buyurur. “Hayır” derler. “Görseler nasıl olur?” der. Sonra da “Şahit olun! Ben onları bağışladım. Benden istedikleri şeyi onlara verdim. Eman diledikleri şeyden ötürü de onlara eman verdim.” buyurur. “Ya rabbi!” derler, “Onlar içinde hatası çok bir kul var.

28

Onlardan olmadığı halde yanlarına oturdu.” Bunun üzerine Allah Teâlâ “Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluk ki kendileri ile birlikte oturanlar da bedbaht olmaz.” Dördüncü hadis: Müslim ve Tirmizî Ebû Hureyre ve Ebû Sa’îd elHudrî’den (r.anhumâ) tahric etmiştir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Allah’ı zikreden hiçbir topluluk olmasın ki melekler onları sarmasın, rahmet kendilerini kuşatmasın, üzerlerine sekinet inmesin ve Allah kendi katındakiler içerisinde onları anmasın.” Beşinci hadis: Müslim ve Tirmizî Muâviye’den (ra) şöyle tahric etmiştir: “Hz. Peygamber (sav) ashabından bir halkanın yanına çıkıp geldi ve “Sizi burada oturtan nedir?” diye sordu. “Allah’ı zikretmek ve ona hamd etmek için oturduk.” dediler. Bunun üzerine “Cebrail bana geldi ve Allah’ın sizinle meleklere övündüğünü haber verdi.” buyurdu. Altıncı hadis: Hâkim tashih ederek ve Beyhakî de Şu’abu’Îmân’da Ebû Sa’îd el-Hudrî’den şu rivayeti tahric etmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Onlar mecnun deyinceye kadar Allah’ı çokça zikredin.” Yedinci hadis: Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân’da Ebu’l-Cevzâ’dan (ra) tahricine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Münafıklar ‘Siz riyakarsınız.’ deyinceye dek Allah’ı çokça zikredin.” Mürsel bir rivayettir. Bu ve bir önceki rivayette delalet yönü şöyledir: Rivayette bahsedilen söz, sirî değil cehren yapılan zikirde ancak söylenebilir. Sekizinci hadis: Beyhakî, Enes’ten (ra) tahric etmiştir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman istifade edin.” “Ya Rasûlallah!” dediler, “Cennet bahçeleri nedir?” “Zikir halkalarıdır.” Buyurdu.

29

Dokuzuncu hadis: Bakıy b. Mahled, Abdullah b. Amr’den şöyle tahric etmiştir: “Hz. Peygamber (sav) iki meclise uğradı. İki meclisten biri Allah’a dua ediyor, Allah’a terğîbde bulunuyor diğeri de ilim öğretiyorlardı. (Hz. Peygamber) şöyle buyurdu: “İki meclis de hayırlıdır. Bunlardan biri diğerinden daha faziletlidir.” Onuncu hadis: Beyhakî’nin Abdullah b. Muğaffel’den tahricine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikrederek bir araya toplanan hiçbir topluluk yoktur ki gökten bir münadi kendilerine “Bağışlanmış olarak kalkın! Kötülükleriniz iyiliklerle değiştirilmiştir.” diye seslenmesin.” On birinci hadis: Beyhakî, Ebû Sa’îd el-Hudrî tarikinden Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: “Rab Teâlâ kıyamet gününde şöyle buyurur: Ehl-i cem’ (mahşer halkı) bugün ehl-i keremin kim olduğunu bilecek.” “Ehl-i kerem kim? Ya Rasûlallah!” dediler. “Mescidlerdeki zikir meclisleridir.” buyurdu. On ikinci hadis: Beyhakî’nin İbn Mes’ûd’dan (ra) tahricine göre şöyle demiştir: “Dağ dağa ismi ile şöyle seslenir: Ey falanca! Bugün Allah’ı zikreden biri sana uğradı mı?” “Evet” derse, sevinir. Sonra Abdullah “Andolsun, çok çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecektir.” (Meryem, 89-90) “Yalan sözü işitiyorlar da hayırlı sözü işitmiyorlar mı?” demiştir. On üçüncü hadis: İbn Cerîr, tefsirinde “Gök ve yer onların üzerine ağlamadı..” ayeti ile ilgili olara İbn Abbâs’tan şöyle dediğini tahric etmiştir: “Mümin öldüğü zaman, üzerinde namaz kıldığı ve Allah’ı zikrettiği yeryüzü parçası ona ağlar.” İbn Ebi’d-Dünyâ, Ebû Ubeyd’den şöyle dediğini tahric etmiştir: “Mümin öldüğü zaman yeryüzü

30

parçası, “Allah’ın mümin kulu öldü..” diye nida eder ve yer ile gök ağlar. Bunun üzerine Rahmân “Kulum için sizi ağlatan nedir?” der. “Rabbimiz! Kesinlikle o bizim herhangi bir yerimizde yürümedi ki seni zikretmemiş olsun.” derler. Buradaki delalet yönü şu şekildedir: Dağların ve yeryüzünün zikri işitmeleri ancak zikrin cehrî yapılması durumunda mümkündür. On dördüncü hadis: Bezzâr ve Beyhakî, İbn Abbâs’tan sahih bir senedle şöyle dediğini tahric etmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Kulum beni yalnız zikrettiği zaman ben de onu yalnız zikrederim. Beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu onlardan daha hayırlı ve daha fazla bir topluluk içinde zikrederim.” On beşinci hadis: Beyhakî, Zeyd b. Eslem’den şöyle dediğini tahric etmiştir: İbnu’l-Edru’ şöyle anlattı: “Bir gece Rasûlullah (sav) ile birlikte gittim. Mescidde sesini yükselten bir adama uğradı. “Ya Rasûlallah!” dedim, “Sanki bu adam riya yapıyor gibi.” “Hayır.. Ama çok bağrı yanık biri.” buyurdu. Beyhakî, ‘Ukbe b. ‘Âmir’den şöyle tahric etmiştir: “Rasûlullah (sav) Zu’l-Bicâdeyn denilen bir adam için “Muhakkak ki o çok bağrı yanık biridir.” demiştir. Bunun nedeni o kişinin Allah’ı zikrediyor olmasıdır.” Beyhakî’nin, Câbir b. Abdullah’tan tahricine göre bir adam yüksek sesle zikrediyordu. Bir adam: Bu keşke sesini alçaltsa, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) “Onu bırak.. Çok bağrı yanık biridir.” buyurdu. On altıncı hadis: Hakim’in, Şeddâd b. Evs’ten tahricine göre şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’in (sav) yanındaydık. “Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallâh, deyin” dedi. Biz de öyle yaptık. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) “Allahım, sen beni bu kelime ile gönderdin.. Bana bu kelimeyi emrettin.. Bu kelime üzerine bana cenneti vaat ettin.. Muhakkak ki sen, vaadinden dönmezsin..” dedi sonra da “Sevinin,

31

müjdelenin! Allah size mağfiret etti.” buyurdu. On yedinci hadis: Bezzâr, Enes’ten (ra) Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: “Allah’ın meleklerinden gezici olanları vardır. Zikir halkalarını araştırırlar. Zikir halkasına geldiklerinde onları sararlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Onları rahmetimle kuşatın! Onlar öyle kimseler ki beraberlerinde oturan hiç kimse bedbaht olmaz.” buyurur. On sekizinci hadis: Taberânî ve İbn Cerîr’in Abdurrahman b. Sehl b. Huneyf’ten şöyle dediğini tahric etmiştir: “Evlerinden birindeyken Rasûlullah’a (sav) “Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et.” (Kehf, 28) ayeti nazil oldu. Hemen bu kimseleri aramaya çıktı. Allah Teâlâ’yı zikretmekte olan bir topluluk buldu. İçlerinde saçı başı dağınık, bir deri bir kemik, tek kat elbiseli olanlar vardı. (Hz. Peygamber) onları görünce yanlarına oturdu ve “Ümmetim içinde nefsimi kendileri ile birlikte sebat ettirmemi emrettiği kimseleri var edene hamd olsun!” dedi. On dokuzuncu hadis: İmam Ahmed, ez-Zühd adlı eserinde Sâbit’ten şöyle tahric etmiştir: “Selmân, Allah’ı zikreden bir grup içindeydi. Hz. Peygamber (sav) yanlarından geçti (zikirden) el çektiler. “Ne diyordunuz?” dedi. “Allah’ı zikrediyorduk.” dediler. “Rahmeti üzerinize inerken gördüm ve size katılmak istedim.” buyurdu. Sonra da “Ümmetim içinde nefsimi kendileri ile birlikte sebat ettirmemi emrettiği kimseleri var edene hamd olsun!” Yirminci hadis: el-Asbahânî, et-Terğîb’de Ebû Razîn el-‘Ukaylî’den şöyle tahric etmiştir: “Rasûlullah (sav) ona “Dünya ve ahretin hayrına isabet edeceğin işin özü nedir göstermeyeyim mi?” dedi. O da “Elbette, göster..” dedi. “Zikir meclislerine sarıl.. Yalnız kaldığında

32

da dilini Allah’ı zikirle kımıldat.” dedi. Yirmi birinci hadis: İbn Ebi’d-Dünyâ, Beyhakî ve el-Asbahânî, Enes’ten şöyle tahric etmişlerdir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Sabah namazından sonra güneş doğana dek Allah’ı zikreden bir toplulukla oturmam, benim için yemin olsun ki üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimlidir. İkindiden sonra güneş batana dek Allah’ı zikreden bir toplulukla oturmam, benim için yemin olsun ki dünyadan ve dünyadakilerden daha sevimlidir.” Yirmi ikinci hadis: Buhârî ve Müslim’in İbn Abbas’tan tahricine göre şöyle demiştir: “İnsanların farz namazdan ayrılırken yüksek sesle zikirde bulunmaları Hz. Peygamber (sav) döneminde idi.” İbn Abbas “Bunu duyduğum zaman namazdan ayrıldıklarını bilirdim.” dedi. Yirmi üçüncü hadis: Hâkim’in Ömer b. Hattâb’dan (ra) tahricine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim çarşıya/pazara girer de Lâ ilâhe illallâhu bahdehû lâ şerîke leh. Lehu’l-mülkü ve lehu’lhamdu yuhyî ve yumît ve huve ‘alâ külli şey’in kadîr, derse, Allah ona bin bin (bir milyon) hasenat yazar ve bin bin (bir milyon) kötülüğü siler, bin bin (bir milyon) derece yükseltir ve onun için cennette bir ev bina eder.” Hadisin bazı varyantlarında “(Kim çarşıya/pazara girer de Lâ ilâhe illallâhu bahdehû lâ şerîke leh. Lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu yuhyî ve yumît ve huve ‘alâ külli şey’in kadîr,)… diye nida ederse,...” şeklinde geçer. Yirmi dördüncü hadis: Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî (sahih olduğunu söylemiştir), Nesâî ve İbn Mâce es-Sâib’den Rasûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu tahric etmiştir: “Cebrail bana geldi ve ashabına emret tekbirde seslerini yükseltsinler, dedi.”

33

Yirmi beşinci hadis: el-Mervezî, Kitâbu’l-‘Iydeyn’de Mücahid’den şu tahrici yapmıştır: “Abdullah b. Ömer ve Ebû Hureyre, Zilhicce ayının on gününde çarşıya gelirler ve tekbir getirirlerdi. Çarşıya sadece bunun için gelirlerdi. Ubeyd b. Umeyr’den de şu tahrici yapmıştır: “Ömer kendi çadırında tekbir getiriyordu. Ardından mesciddekiler de çarşıdakiler de tekbir getiriyorlardı. Öyle ki Mina tekbirlerle sarsılıyordu.” Meymûn b. Mehrân’dan tahric ettiğine göre şöyle anlatmıştır: “Ben insanlara yetiştim. (Zilhicce’nin) on gününde tekbir getiriyorlardı. Öyle ki ben onları çokluklarından ötürü dalgalara benzetiyordum.” FASIL Yer verdiğimiz hadisleri incelediğinizde bu hadislerin toplamından cehrî zikirde herhangi bir kerahet bulunmadığını, bilakis işaret ettiğimiz üzere sarahaten veya iltizamen cehrî zikrin müstehab oluşuna dair delil bulunduğunu görebilirsiniz. “Zikrin en hayırlısı hafî (gizli) olandır.” hadisi ile çelişmesi, Kur’an’ı cehrî okumakla ilgili hadislerin “Kur’an’ı gizli okuyan, sadakayı gizli veren gibidir.” hadisi ile çelişmesine benzer. Nevevî bunlar arasını şöyle cem etmiştir: “Riyadan endişe edilmesi durumunda veya namaz kılanlara ya da uyuyanlara sıkıntı verilmesi halinde gizli olarak yapmak daha faziletlidir. Bunun dışındaki hallerde cehrî olarak yapmak daha faziletlidir. Çünkü cehrî olarak yapmakta daha fazla amel işlenmiş olur. İşitenlere de faydası dokunur. Okuyanın kalbini uyanık hale getirir ve tefekkür üzerinde konsantre olmasını sağlar. Okuduğunu dinlemeye yönelterek uyku halini giderip canlılığını arttırır.” Üstad el-Bennâ da şunları ifade etmiştir: Hadislerde zikir için bir araya toplanmanın müstehab olduğunu

34

hissettiren rivayetler varid olmuştur. Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle geçmektedir: “Bir topluluk Allah’ı zikretmeye oturmasınlar ki melekler onları sarmasın, rahmet kendilerini kuşatmasın, üzerlerine sekinet inmesin ve Allah onları kendi yanındakiler içinde onları zikretmesin.” Çoğunlukla hadislerde görürsünüz ki Rasûlullah (sav) mescidde Allah’ı zikrettikleri sırada bir cemaatin yanına çıkagelmiş ve onları müjdeleyerek bu yaptıklarını inkar etmemiştir. Taat olan hususlarda cemaat, özellikle de kalplerin kaynaşması, bağların güçlenmesi, zamanın faydalı işlerde geçirilmesi, iyi öğrenememiş ümmiye öğretimde bulunulması, Allah Teâlâ’nın şiarlarından birinin izhar edilmesi gibi birçok fayda sağlıyorsa, taatle ilgili hususları cemaat halinde yapmak haddi zatında müstehabdır. Evet cemaat halinde zikir, namaz kılanın şaşırmasına sebebiyet vermek, boş söz ve gülüşmeler, zikir formatlarının tahrif edilmesi, başkasının kıraatine göre hareket etmek vb. şerî mahzurlar ortaya çıkarıyorsa, mekruhtur. Bu durumda bizzat cemaatten dolayı – özellikle de cemaatle zikir, Üstad el-Bennâ’nın bu vazifeye ilişkin sahih sünnetten bir araya derlediği şekilde sahih me’sûr formatta yapılan cemaatten dolayı- değil bu gibi mefsedetlerden ötürü zikrin cemaatle yapılmasına engel olunur. Keşke kardeşler lokallerinde veya mescidlerin birinde sözü edilen mekruhlardan kaçınarak bu zikirleri yapmak üzere bir araya gelseler. Bu zikirlerin yapıldığı cemaate yetişemeyen münferit olarak yaparak tefrite kaçmamalıdır. Size zikretmiş olduklarım içinde hidayet timsalleri olan İbn Hacer, Suyûtî ve Hasan el-Bennâ’nın sözlerini gördünüz. Temel kabul ettiğim onlara ait sözlerle ilgili olarak benim aleyhime bir sıkıntı olduğu

35

görüşünde misiniz? İbn Mesûd olayının başka bir manaya yorumlanması da mümkündür. Bir araya toplanmış olanların çoğunun haricilik üzere katledildiklerini görmekteyiz. Belki de İbn Mes’ûd, onların toplanmış oldukları maksadı sezmişti. Yahut da aşırılığın eşiğinde bulundukları hissetmiş ve bunu kendilerine bildirmişti. Veya onların bu işi herhangi bir delile dayanmaksızın kendi fikirlerine göre hareket ederek yaptıklarını görmüştü. Her halükarda İbn Mes’ûd’un mezhebi, aktarmış olduğumuz bu tür nassları ilimle ilgili olarak anlayanların mezhebi olmaktadır ki bu mezheb, gördüğümüz üzere mercûhtur (tercihte ikinci plandadır). Asrımız, zikir için bir araya toplanmakta var olan, kirleri temizleyen, günahları silen, imânî duyguları coşturan kalbî ve ruhî faydalar içerdiğinden dolayı râcih mezhebe itimad edilmesi öncelikli olan bir asırdır. S-9 Zikir ve Hz. Peygamber’e salavat getirmek için bir araya toplanmayı dile getirdiğiniz ve bunun Cuma günü olabileceğine işaret ettiğiniz için biri size hücum etmektedir. Ve size yönelik bu saldırısında da Rasûlullah’ın (sav) Cuma gününe ait bir oruç veya ibadet tahsis edilmesi hususundaki nehyine dayanmakta ve ardından da Cuma günü mescide halkalar halinde bulunmayı ve şiir söylemeyi yasakladığı hadisini ileri sürmektedir. Bu meseleye ilişkin olarak size yönelik bu reddinde şu hususları bir araya derlemiştir: Cuma gününün tahsis edilmesi.. Rasûlullah (sav) Cuma gününe bir oruç veya ibadet tahsis edilmesini yasaklamıştır. Ebû Hureyre’den (ra) rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Diğer geceleri hariç tutarak cuma gecesine belli bir ibadet tahsis etmeyin. Tutmakta olduğunuz bir oruç olması dışında diğer günleri hariç tutarak da Cuma gününe mahsus bir oruç belirlemeyin.”

36

Cuma namazından önce halka halinde bulunmak.. Bu konuda sarih bir yasaklama içeren sahih bir hadis bulunmaktadır. Mescidde şiir söylemek.. Abdullah b. Amr’den (r.anhumâ) rivayete göre şöyle demiştir: “Rasûlullah (sav) mescide alış-veriş yapmayı, yitiğimizi mescide aramamızı ve mescidde şiir söylememizi yasakladı. Cuma günü namazdan önce mescide halka halinde bulunmamızı da yasakladı.” Bu reddiye çerçevesinde neler söylersiniz? C-9- Şunları söylemek isterim: Bu reddiye çok ilginç. Cuma günü için belli bir oruç veya ibadet tahsis edilmemesini isteyen nassları delil olarak ileri sürüyorlar. Aslında Cuma günü Rasûlullah’a (sav) salavat getirmeyi yasaklayan hadisleri ileri sürmeleri gerekirdi. Çünkü incelemenin konusu budur. Nassların özellikle Cuma gününde Rasûlullah’a (sav) salavat getirmeyi teşvik ettiğini öğrendiğiniz zaman bu kimselerin eleştiri oklarını bilinçsizce fırlattıklarını daha iyi anlayacaksınız: Nevevî (rha) Riyâzu’s-Sâlihîn’de şunları kaydetmiştir: Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: – "Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salavat getiriniz; zira sizin salavatınız bana sunulur.” buyurunca, ashâb–ı kirâm: – Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salavatımız sana nasıl sunulur? diye sordular.

37

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm: – "Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı" buyurdu. (Ebû Dâvûd sahih isnadla rivayet etmiştir. Sehâvî, el-Mekâsıdu’l-Hasene’de bu manayı kuvvetlendiren hususları zikretmiştir.) Nevevî (rha) “Leyle-i zehrada ve yevm-i eğarrda bana çokça salavat getirin!” hadisini söylemiştir. Bu hadis, Taberânî’nin el-Evsat adlı eserinden Ebû Merdûd Abdulaziz b. Ebî Süleyman el-Medenî’nin Muhammed b. Ka’b el-Kurazî > Ebû Hureyre tarikinden gelen hadisinden bir bölüm olarak yer alır. Bu isnad ile merfû kılmıştır ve şöyle demiştir: Muhammed > Ebû Hureyre kanalından bu isnaddan başkası ile rivayette bulunmaz. Ebû Dâvûd bunda tek kalmıştır. Bu rivayetin el-Kavlu’l-Bedî’ adlı eserde beyan ettiğim şahidleri bulunmaktadır. Bu şahidlerden birini İbn Beşkevâl yine zayıf bir senedle Ömer b. Hattab’dan merfu olarak şu ziyade ile rivayet etmiştir: “Ben de size dua eder, mağfiret dilerim.” Leyle-i zehrâ, Cuma gecesi; yevm-i eğarr da Cuma günüdür. Mescidde şiir söylenmesi yasağına gelince.. el-Fethu’r-Rabbânî adlı eserin sahibinin, şiir söylenmesini ve yasaklanmış olan halkaları açıklarken şu söylediklerine bakınız: “Yani (yasaklanmış olanlar) övünç ve iftihar gibi yerilmiş olanlardır. Yoksa zühd, dünyanın zemmi, Hassân b. Sâbit’in yaptığı gibi İslam’ın savunulması gibi hususlarla ilgili olanlar değildir. Buhârî, İmam Ahmed ve diğer kaynaklar nezdinde bu husus (Hassân b. Sâbit ile ilgili olan husus) sabit olmuştur. Bir sonraki babda Rasûlullah (sav) müdafaa ederek şiiri mescide söylemiş olduğu ve hatta Rasûlullah’ın (sav) ona “Allah’ın Elçisi adına karşılık ver!” dediği ve

38

onun lehine duada bulunarak “Allah’ım! Onu Rûhu’l-Kuds ile destekle!” dediği konusu gelecektir. “Hilak=halkaları (yasakladı)” sözü halka halka oturmak anlamına gelir. Çünkü bu vaziyette oturmak, Cuma günü tekbir ve sağlam bir şekilde saf tutmakla memur oldukları halde safların kesintiye uğramasına sebebiyet verir. Dolayısıyla bu söylenenlerin işlenmesi kerih görülmektedir. Allah en iyi bilendir. Münâvî ise reddiyede bulunan şahsın delil olarak ileri sürdüğü hadisin şerhinde şunları zikretmiştir: “Orada

(mescidde)

yitiği

aramaktan

ve

şiir

okumaktan

(nehyetmiştir)”.. Birçok haberde bu hususa ilişkin ruhsat verildiği varid olmuştur. Nehyin tenzihen olması, ruhsatın da cevazın beyanına yönelik oluşu ile ve ruhsat verilenin zühd, güzel ahlak gibi övgüye şayan şiirlerle alakalı, yasaklananın da bunun aksi şiirlerle ilgili olmasına yorumlanarak söz konusu rivayetler arası telif edilebilir. Mescide bir şeyler satan bir adam uğradı. ‘Atâ ona “Dünya çarşısına gitmelisin. Burası ahret çarşısıdır.” dedi. “Cuma günü namazdan önce halka halinde bulunmayı yasakladı.” Çünkü muhtemeldir ki bu şekilde oturmak safları kesintiye uğratır. Halbuki Cuma günü tekbir getirmek ve safları önden arkaya doğru sıkı tutmakla emrolunmuşlardır.” Görüyorsunuz ki söz konusu reddiyeler yersiz reddiyelerdir. S-10- Bir kimse sizin Allah Teâlâ’yı “ALLAH” ismi ile zikretmeyi mubah görmenizi eleştirmektedir. Bununla ilgili görüşünüz nedir? C-10- Marufu münker, münkeri de maruf olarak görmek konusunda bu eleştiriden daha iyi misal olabilecek bir başka örnek olduğu-

39

nu sanmıyorum. Meşhur Hanefi fakihlerinden İbn ‘Âbidîn (rha) şöyle söylemiştir: “Cumhur bu lafzın (yani Allah lafza-i celalinin) Arapça, özel isim ve herhangi bir kökten türememiş olduğu görüşündedirler. Ebû Hanife, Muhammed b. El-Hasen, Şâfiî ve Halil de bu görüşte olanlardandır. Hişam, Muhammed > Ebû Hanife tarikinden lafza-i celâlin Allah’ın ism-i a’zamı olduğunu rivayet etmiştir. Tahâvî, bir çok ve bir çok arif de bu görüştedir.Hişam, Muhammed > Öyle ki –İbn Emîr Hâcc’ın Şerhu’t-Tahrîr adlı eserinde yer aldığı üzere- arifler nezdinde makam sahibi olan birinin bu lafız ile yaptığı zikirden daha üstün bir zikir bulunmamaktadır.” İmamların bir şeyi mubahlığı yönünde verdikleri fetvanın o şeyi bidat-i seyyie olmaktan çıkardığı bilen kimse, aleyhimizde yapılan eleştiri ve reddin hatalı olduğunu idrak edebilir. Fetva imamlarının caiz gördükleri şeye davet etmiş olmam benim için yeterlidir. Aleyhimde bir alimin görüşünü delil olarak ileri süren için söyleyecek sözüm yok. Çünkü hüccet/delil, şilim ehlinin icmaını delen aleyhine ikame edilir. Ama ilim ehlinden birinin görüşünü tercih eden ve bu görüşe tutunan kimse için ise herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Ben bu konuya ilişkin bakış açımın ne olduğunu ve bu hususta neye istinat ettiğimi Ruh Terbiyemiz (=Terbiyetunâ’rrûhıyye) adlı eserimde ortaya koydum. Dileyen oraya müracaat edebilir.

40

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SUFÎLİK VE FIKIHLA İLGİLİ MESELELER Kitab ve sünnetten kaynağını alan ve bilimsel rotanın İslam ümmeti için farz kılmış olduğu ilimlerde ihtisas araştırması olarak İslam akaidi, fıkıh, tasavvuf ve fıkıh usulünün ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezheplerine göre incelenmesi çağrısında bulunmuştum. Bu ilimlerin incelenmesine yönelik yapmış olduğum bu çağrım ile bu ilimler alanında yazılmış her şeye zorunlu olarak teslim olunmasını, bu alanlarda verilmiş eserlerde yazılı her bir kelimeyi temize çıkarmak gerektiğini kastediyor değilim. Bilakis kitaplarımda bir çok yerde bu ilimlerle meşgul müteahhir alimlerin kitaplarında pusluluk bulunduğuna dikkat çektim. Ve çağdaş İslamî hareket fertleri içinde bilinç, ilim ve ihtisası bir araya cem etmiş bulunanlardan bu ilimler alanında eserler kaleme almalarını, gözden geçirip ayıklamalarını ve insanlara taptaze bir ürün olarak sunmalarını istedim. Bu ilimlerin içinde en önemlisi ve riskli olanı tasavvuf ilmi olduğundan Ruh Terbiyemiz adlı eseri kaleme aldım. Bu ilme hariçten karışımların bulaştığını bildiğimden iki eser daha yayınlayacağım. Kitaplarımızı okuyanların ilim ehli tarafından eleştirilecek bir unsur bulamayacağı kanısıyla bu ilmi (bünyesine karışan unsurlardan) kurtarmaya gayret ettim. Bu ilimlerin araştırılması için yaptığım çağrı sebebiyle veya bu ilim dallarına ilişkin referans alınabilecek kitaplara işaret etmem nedeniyle ya da benden başkalarının görüşleri bulunan konularda söz söylemem dolayısıyla hücuma maruz kaldım. Sanki bu sözleri söyleyen benmişim gibi saldırıya uğradım. İfadelerimi tetkik edenler

41

göreceklerdir ki bu ifadeler ilim ehlinin sözleri ile ve İslam ümmetinin vicdanın bulunduğu nokta ile uyumludur. Bazı itirazlar üzerinde durmak gerekirse.. S-11- İhyâ adlı eserinde cihaddan söz etmek konusundaki ihmaline rağmen Gazâli’yi (rha), fıkıh kitaplarında zikredilmesi gereken cihadla ilgili konulardan söz etmiştir diyerek müdafaa etmişsiniz. Gazâlî’nin İhyâ’da fıkıhtan söz ettiğini ifade ederek Gazâlî terbiyesinin ümmetteki cihad ruhunu zayıflatan bir amil olduğunu söyleyerek size reddiyede bulunanlar mevcuttur. C-11- Şunları ifade etmek isterim: Gazâlî, İhyâ adlı eserinde ferdin ihtiyaç duyduğu sınırlar dahilinde kalan konular haricinde fıkhî detaylara girmemiştir. İhyâ’da yargı, kısas, cihad, hadlerin uygulanması gibi devlete mahsus konuları ele almamıştır. Fakat bu gibi konulara kendine ait fıkıh eserlerinde yer vermiştir. El-Vecîz fi’l-Fıkh adlı eserinde 186-205 sayfalar arasında cihaddan söz ettiğini görebilirsiniz. Haçlı Seferleri ile alakalı olarak ise, bu seferler ilk aşamada aniden meydana gelmiştir. İbn Kesîr’in tarihini okuduğunuzda bu seferlere karşı gösterilen tepkinin 505 yılı dolaylarında, yani Gazâlî’nin vefat ettiği yılda gerçekleştiğini görürsünüz. Hem ayrıca Gazâlî, tercih edilen görüşe göre o sıralarda Şam topraklarında değildi. Gazâlî hicrî 490 civarında Kudüs’ten ayrılmıştır. Haçlılar ise Kudüs’ü hicrî 492’de işgal etmiştir. Gazâlî terbiyesinin cihad ruhunu zayıflattığına gelince, bu doğru değildir. Malumdur ki insan, kalben ve ruhen ne kadar yücelirse, Allah yolunda fedakarlığı o derece artar. Bu Kur’an hakemdir. Allah (ac) canın kendisine satılmasından söz ederken bu işe ehil olanları tevbe, ibadet, hamd gibi vasıflarla nitelemiştir. Şöyle buyurmuştur:

42

“Allah

müminlerden,

mallarını

ve

canlarını,

kendilerine

(verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe, 111) Saha sonra canlarını satanları şu şekilde vasfetmiştir: “(Bu alış verişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” (Tevbe, 112) El-İhyâ adlı eser, bu manaların tamamında insanı yüceltir. Gazâlî’nin tevbe, ibadet, itaat, marufu emretmek ve münkeri yasaklamak hakkında el-İhyâ’daki sözlerini okuyunuz. Bundan daha güçlü sözler bulamazsınız. Hem sonra ihlasa, tevekküle ve Allah’tan (ac) korku duymaya yoğunlaşan Gazâlî’nin sözlerinin halis cihaddan başka bir şey lehine olması mümkün değildir. Son asırlarda meydana çıkan cihad hareketlerini incelerseniz fıkha dayalı sufî düşünceden etkilendiğini görürsünüz. Meselâ Türkistan’daki Nakşibendî Şeyh Şamil hareketi, Türkiye’deki Şeyh Said-i Kürdî hareketi, Libya’daki Senûsiler hareketi, Sudan’daki Dervişler hareketi, Mısır içinde ve dışındaki Hasan el-Bennâ hareketi gibi. Bütün bu hareketler tasavvufun bu türünden etkilenmişlerdir. S-12- Bazı kimseler sufiliği mutlak olarak hariciler, mutezile ve mürcie gibi sapık fırkalardan biri kabul etmektedirler. Bu konuyla

43

ilgili izlenecek tutum nedir? C-12- Şunları söylemek isterim: Tasavvuf türlü türlüdür. Tasavvuf hakkında hüküm vermek, tasavvuf şeyhleri ve onların fikirleri hakkında da hüküm vermektir. Tasavvuf şeyhleri içinde Cüneyd, Kuşeyrî ve İbn Teymiyye’nin (rha) “Kerametleri mütevatir olarak nakledilmiştir.” dediği Abdulkadir Geylânî gibi ehl-i sünnet ve’lcemaatin büyükleri de bulunmaktadır. Akaidde ehl-i sünnet ve’lcemaat mezhebini benimseyip ehl-i sünnet fıkhına bağlı kalan ve ehl-i sünnetin büyüklerinden olan sufi de bulunmaktadır. İslam ümmeti alimlerinin asırlardan beri sahip oldukları durumu incelerseniz bu şekilde olduklarını ya da böyle olanlara talebelik yaptıklarını göreceksiniz. Bu kimseleri istisna etseniz de ehl-i sünnet ve’lcemaat içine soksanız da şunu söyleyebilirsiniz: Bazı sufilerde, kendilerini helake dûçâr fırkalara dahil kılan bir takım aşırılıklar ve sapmalar bulunmaktadır. Hatta sufilerden biri -Şeyh Ahmed erRazzûk’un Kavâ’idu’t-Tasavvuf adlı eserinde de naklettiği gibi- şöyle demektedir: Bu yoldan sakın! Zira haricilerin bir çoğu bu yoldandır. Bu yol ya helak ya da izzet yoludur. İlmini, amelini ve halini hakka uyduran ebediyet izzetine kavuşur. Aksi halde helak edenlerle birlikte helak olur gider. Bazı sufiler de vardır ki mükellefiyetin sakıt olduğu sonucuna varıp haramları mubah saymış, ibadetleri terk etmişlerdir. Gerek sufilerden gerekse diğerlerinden hak ehli olanların icmaı ile bu gibi düşüncede olanlar kafirdirler. Bunlar helake sürüklenen ibahiye diye adlandırabileceğiniz bir sufi fırkadır. Bazı sufiler de yaratılmışların yaratıcının bir parçası olduğu manasında vahdet-i vücud görüşüne sahi sufilerdir. Bu da Kur’an’ın “Ama onlar, kullarından bir kısmını, O'nun bir cüzü kıldılar. Ger-

44

çekten insan apaçık bir nankördür.” (Zuhruf, 15) nassı ile küfürdür.Bu fırka, hak ehlinin icmaı ile kafir bir fırkadır. Ruh Terbiyemiz adlı eserimizde bu hususa işarette bulunduk. Öyleyse tasavvufa müntesip olduğu halde helake sürüklenen fırkalar içerisinde tasnif edebileceğiniz kimseler bulunmaktadır. Fakat bunlar içinde hak ehli olanlar Allah’ın lütfu ile fırka-i naciyenin büyüklerindendir. Sözün özü; sufiler içinde Kitab’a, sünnete, ehl-i sünnet ve’lcemaatin inanç esaslarına, fıkhî mezheplerine ve imamların fetvalarına bağlı kalan kimseler, ulema içinde tahkik ve insaf ehli olanlar nezdinde hidayete ermiş ve hidayete yönelten kimselerdir. Ancak mükellefiyetin düştüğünü söyleyenler ya da vahdet-i vücut görüşünde olanlar yahut da şehadeti bozan bir harekette bulunanlar veya fetva ehlinin caiz görmediği bir eylem işleyenler.. bütün bunların kendilerine mahsus hükmü vardır. İlk üç grupta yer alanlar İslam harici olup helake sürüklenen fırkalardan sayılırlar. Diğerleri ise bidat ehlidirler. İlim adamları bunları tekfir etmekte ve sapkın olduklarına hükmetmekte halen aceleci davranmaktan kaçmaktadırlar. Kuralsız kaidesiz davranarak tekfir etmeye veya sapıklık hükmünü vermeye yeltenen birini gördüğünüz zaman bilin ki o da aşırılık dairesi içindedir. S-13- Kitaplarınıza yönelik saldırılar münasebetiyle.. Bazı kimseler, herhangi bir ayrıntıya girmeden “yavru halefler”e hücum ettikleri gibi sizin övgü ile andığınız Cüneyd (rha) ve Gazâlî gibi kişilere hücum etmektedirler. Burada nasıl bir tavır takınılmalıdır? C-13- Müslümanlar, ulemaya ve evliyaya yönelik zalimce saldırıdan hâlen kaçınmaktadırlar. Sahih hadiste “Kim benim bir veli kuluma düşmanlık ederse ona savaş ilan ederim.” ifadesi yer alır. Alimlerin ve velilerin etleri zehirlidir. Görülmektedir ki bazı kimseler cerh ve

45

tadil gerekçesiyle çağdaşların birbirleri hakkında söyledikleri şeylerin nebbaşlığını yapmakta ve bunu genelleştirmeye çalışmaktadırlar. Halbuki cerh ve tadil ilminde kabul edildiğine göre imamlar köprüyü geçmişlerdir. Hem ayrıca bazıları halef alimlerine saldırıda bulunmaktadırlar. Kesinlikle bu kimseler Nevevî ve Suyûtî gibilerini hedeflemektedirler. Bunlara gelip “Yavru halefler ifadesi ile kimi kasdediyorsunuz?” dediğinizde “Şunları şunları söyleyenleri..” diyeceklerdir. “Gazâlî, Nevevî, Suyûtî, İbnu’l-Cevzî ve benzerleri de aynı şelleri söylüyorlar?!” dediğinizde, şöyle bir açıklama getireceklerdir: “Bu kimselerin sözlerini incelerseniz içtihat ve tecdide muvafık oldukları kadar içtihad ve tecdid ehline asırlar boyunca savaşmışlardır. Bu hususları savunmalarındaki maksat insanlar bir sonuca; kendilerinin müçtehit ve imam oldukları sonucuna ulaştırmaktır. Bize inanın!” Bu kişilerin aşırılıklarını anlamak için Cüneyd hakkındaki sözlerini okumanız ve Zehebî ve İbn Kesir gibi itham etmedikleri önde gelen ilim adamlarının söyledikleri ile karşılaştırmanız yeterlidir. Bu iki ilim adamını haksızlık eden, aşırıya giden zalimden başkası itham edemez. Kimi saldırganlar şöyle demektedir: “Tasavvuf, etraftaki kişilere ilan etmeksizin yapılan takıyye esasını içermektedir. Bu durum tasavvufun, ardında boynun vurulması yer alan inançlara doğru yol almaya başlaması ile gelişmiştir. Cüney takıyye ile amel ediyordu..” “Sapkın inançları benimseyenleri zındıklıkla itham etmelerine gelince; bazı Müslümanların vehmettikleri gibi bu kişiler bu inanlardan ve bu inanç sahiplerinden kurtulmuş değildirler. Bilakis bu durum onlar için bir övgü, bulundukları konumun daha da güçlendirilmesi ve takıyye gerçeğinin tatbiki demektir. Meselâ Cüneyd bize bundan

46

söz etmektedir…” “Daha başkaları da şöyle demektedirler: Sözünü ettiğim tasavvuf şeyhleri hadis isnadında bulundular ve cerh-tadil alimleri onları tevsîk ettiler. İbrahim b. Edhem ve Cüneyd buna misaldir. Bizimle hakikat arasında kalın bir kuşku perdesi çeken bu söylem, hakikat nuru karşısında o kadar çabuk parçalanıp eriyip gitmektedir ki…” “Hadis alimlerin çoğunluğu propagandacı olan bidatçi ile böyle olmayan bidatçiyi birbirinden ayırmıştır. Hadis alimlerinin üzerinde yol aldıkları bu önemli kaideyi bildiğimizde alimlerin bu mutasavvıflardan neden tahricde ve rivayette bulundukları hususu önümüzde daha da netleşir. Daha önce Cüneyd’in ölünceye kadar fıkha bürünmüş olduğu bilgisi geçmişti…” “Bu nedenle vasıfsız Müslümanlar ve mukallidlerin geneli ilimleri şimşek hızıyla öğrenmek için sûfilere koşmuşlardır.. Tarihe baktığımızda ve mutasavvıfların hayatını araştırdığımızda bunun doğru olduğunu anlar delillerini görebiliriz.. Cüneyd b. Muhammed: Nihavend’den Fars asıllı biridir. Hicrî 297 yılında topluluğun imamlarından biri olarak ve vefat etmiştir. Kendisine Seyyidu’t-Tâife = grubun efendisi denirdi.Ebû Sevr mezhebi üzere fakîh birisiydi…” “Tasavvufta öne çıkmış şahsiyetleri incelediğimizde dört mezhepten birine bağlı olduklarını görürüz…” Cüneyd hakkında söylemiş oldukları bazı sözler bu şekildedir. Cüneyd ile ilgili bu sözlerini Zehebî’nin ve İbn Kesîr’in Cüneyd hakkında yazmış oldukları hal tercemesi ile karşılaştırın ki bunların sözlerinin sakınılması gereken bir zehir olduğunu ve İslam toplumu içerisindeki rollerinin nasıl inşa edeceğini bilemeyip yapılmış her şeyi yıkma gayreti içinde olan karıştırıcı bir rol olduğunu anlayasınız.

47

Zehebî, er-Risâle yayınevi baskılı Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ adlı eserinde C.14, S.66’da Cüneyd hakkında kaleme aldığı biyografide şu satırlara yer verir: EL-CÜNEYD İbn Muhammed b. El-Cüneyd en-Nihâvendî el-Bağdâdî el-Kavârîrî. Babası el-Hazzâz’dır. Sufîlerin şeyhidir. Hicrî iki yüz yirmili yıllarda dünyaya gelmiştir. Ebû Sevr’den fıkıh almış, es-Serî es-Sekatî’den ilim dinleyip sohbetinde bulunmuştur. El-Hasen b. ‘Arefe’den de ilim dinlemiştir. El-Hâris el-Muhâsibî’nin ve Ebû Hamza elBağdâdî’nin sohbetinde de bulunmuştur. İlmini sağlamlaştırmıştır. Sonra kendi işine yönelmiş kendini ibadete vermiştir. Hikmetle konuşmuş az rivayette bulunmuştur. Cafer el-Haldî, Ebû Muhammed el-Cerîrî, Ebû Bekr eş-Şiblî, Muhammed b. Ali Hubeyş, Abdulvâhid b. ‘Alvân ve daha başkaları Cüneyd’den rivayette bulunmuşlardır. İbnu’l-Münâdî şöyle demiştir: Çok kişiden ilim dinlemiş ve salihleri, marifet ehlini görmüştür. Zekâ ve isabetli cevap rızkına mazhar olmuştur. Yaşadığı zamanda iffet ve dünyadan el etek çekmek konusunda bir benzeri görülmemiştir. Bana şöyle denildi: Bir seferinde (Cüneyd), “Yirmi yaşında iken Ebû Sevr el-Kelbî’nin halkasında fetva veriyordum.” demişti. Ahmed b. ‘Atâ şöyle dedi: Cüneyd, Ebû Sevr’in halkasında fetva verirdi. Cüneyd’den rivayete göre şöyle demiştir: “Allah yeryüzünde bir ilim ve bu ilme giden bir yol var etmemiştir ki bunda bana bir nasip lütfetmemiş olsun.” 48

Denildiğine göre; Cüneyd pazarında idi ve her günkü virdi üç yüz rekat ve şu kadar (otuz) bin tesbih idi. Ebû Nu’aym şöyle demiştir: Ali b. Hârun ve bir başkası bize şöyle tahdis etmişlerdir: “Cüneyd’in birçok kere şunları söylediğini işittik: İlmimiz Kitab ve sünnet ile disipline edilmiştir. Kitab’ı hıfzetmeyen, hadisi yazmayan kimse ve fıkıh sahibi olmayan kimse örnek alınıp izinden gidilmez. Abdulvâhid b. ‘Ulvân şöyle demiştir: Cüneyd’i şunları söylerken işittim: İlmimiz -yani tasavvuf- Rasûlullah’ın hadisi ile örülmüştür. Ebu’l-Abbâs b. Surayc’den rivayete göre.. Bir gün konuştuğunda şaşırdılar. Bunun üzerine “Ebu’l-Kâsim el-Cüneyd’in meclisinde bulunmamız bereketiyle..” dedi. Ebu’l-Kâsim el-Ka’bî’den rivayete göre bir defasında şunları söyledi: “Sizin Bağdat’ta bir şeyhinizi gördüm. Adı Cüneyd. Gözlerim onun gibisini görmemişti. Yazarlar -yani edipler- kullandığı lafızlar için; filozoflar manalarındaki incelik için; kelamcılar ilmindeki üstünlük için ona geliyorlardı. Onun sözleri, onların anlayışlarından ve ilimlerinden uzak idi. El-Haldî şöyle demiştir: Şeyhlerimiz içinde, Cüneyd’den başka ilim ve halin bir arada bulunduğu birini görmedik. Çok mühim bir hali ve çok geniş ilmi vardı. Onun halini gördüğüm zaman halini ilmine; konuştuğu zaman da ilmini haline tercih ettim. Ebû Sehl es-Su’lûkî: Ebû Muhammed el-Murta’iş’i şöyle derken duydum: Cüneyd şunları söyledi: “Ben yedi yaşında iken Serî (esSekatî)’nin önünde oynuyordum. Şükür hakkında konuştular. “Ey çocuk! Şükür nedir?” dedi. “Nimetlerinden dolayı Allah’a isyan edil49

memesidir.” dedim. “Allah’ın sana bahşettiği nasibin, dilin olmasından endişeliyim.” dedi.” Cüneyd “Onun bu sözlerine halen ağlarım.” demiştir. Es-Selmî, dedem İbn Nuceyd şöyle anlattı, demiştir: “Cüneyd, dükkanını açıp içeri girer, örtüyü indirir ve dört yüz rekat namaz kılardı.” Yine ondan gelen rivayete göre: “Kibrin en üst noktası nefsini görmendir. En aşağısı ise –nefsini- hatırına getirmendir.” demiştir. Ebû Cafer el-Ferğânî: Cüneyd’in şöyle söylediğini duydum: “Kelamdaki en az olan şey, Rabb’in (cc) heybetinin kalpten sakıt olmasıdır. Kalp heybetten ârî olduğu taktirde imandan da ârî olur.” Denildiğine göre; Cüneyd’in yüzüğündeki işlemede “O’nu ümit ediyorsan, O’ndan emin olma!” yazıyordu. Kendisinden gelen rivayete göre “İşaretleri muamelelerine muhalif olan kimse, yalancı bir iddiacıdır.” Yine kendisinden gelen rivayete göre “Sözlerim sebebiyle bana azap etmemesini Allah’tan diledim. Çoğu kere içimde “Toplumun lideri en rezilidir.” diye vaki olmuştur. Yine ondan gelen rivayete göre “Bağdatlılara şatahat ve ifade gücü; Horasanlılara kalp ve cömertlik; Basralılara zühd ve kanaat; Şamlılara hilm ve selamet; Hicazlılara da sabır ve tevbekarlık verilmiştir.” Ebû Muhammed el-Cerîrî şöyle demiştir: Cüneyd’,i şöyle derken duydum: “Tasavvufu kîl u kâlden değil, bilakis açlıktan, dünyayı terk etmekten ve alışılmışlardan bağları kesmekten aldık.”

50

Zehebî şöyle demiştir: “Bu güzel bir şeydir. Bununla murad ettiği alışılmışların çoğundan bağları kesmek, dünyanın fazlalıklarını terk etmek ve ifrata varmayan açlıktır. Ancak ruhbanlarınki gibi aşırı şekilde açlığa yönelen, dünyanın geri kalanını ve nefsin alışkanlığı olan gıda, uyku ve aileyi de terk eden, kendisini geniş bir belaya maruz bırakmış olur. Belki de sağlıklı akledemez ve kolaylık üzere olan bu Hanif İslam Dini’nden birçok şeyi elden kaçırmış olur. Allah her şeye bir ölçü takdir etmiştir. Saadet sünnetlere ittiba etmektedir. O yüzden her şeyi itidal ile tartın. Orucu bazen tut, bazen tutma.. Bazen uyu bazen uyuma.. Yiyeceğin azık konusunda veralı olmayı elden bırakma.. Allah’ın senin için taksim ettiğine razı ol.. Hayırlı olması haricinde sessiz ol.. Allah Cüneyd’e rahmet etsin! İlmi ve hali bakımından onun gibisi var mı? İbn Nuceyd “Üç kişi vardır ki bir dördüncüleri yoktur: Bağdat’ta Cüneyd, Nisabur’da Ebû Osman ve Şam’da Ebû Abdillâh b. El-Celâ.” demiştir. İbn Kesîr (rha) da şunları kaydetmiştir: el-Cüneyd b. Muhammed b. El-Cüneyd: Ebu’l-Kâsim el-Hazzâz. Kendisine Kavârîrî de denir. Aslen Nihavend’dendir. Bağdat’ta doğup yetişmiştir. El-Hüseyin b. A’rafe’den hadis dinlemiş, Ebû Sevr İbrahim Halid el-Kelbî’den fıkıh öğrenmiştir. Daha yirmi yaşında iken Ebû Sevr huzurunda fetva verirdi. Şâfiî tabakatında kendisinden söz etmiştik. El-Hâris elMuhâsibî’nin ve dayısı Serî es-Sekatî’nin sohbeti ile meşhurdur. Kendini ibadete vermiş ve bu sebeple Allah onun önüne birçok ilmi açmıştır. Sûfi meşrep üzere sözler söylemiştir. Hergün üçyüz rekat ve otuz bin tesbihlik virde sahipti. Yatağa girmeksizin kırk yıl geçirmiştir. Kendi zamanında yaşamış kimselere bahşedilmemiş konu-

51

larda faydalı ilim ve Salih amel kapıları onun önünde açılmıştır. Diğer ilim sanatlarını da biliyordu. Bu ilim dallarına bir başladı mı ne duraksamıştır ne de dili sürçmüştür. Hatta öyle ki tek bir mesele hakkında bile ilim adamlarının aklına hiç gelmeyen birçok yönden söz ederdi. Tasavvufta da diğerlerinde de böyleydi. Ölüm anı gelip çattığında namaz kılmaya ve Kur’an okumaya başladı. Kendisine “Böyle bir durumda kendine biraz acısan..” denilmişti. Bunun üzerine “Şu an bunu yapmaya benden daha muhtaç birisi yok. Çünkü bu an benim defterimin dürüleceği andır.” dedi. İbn Hallikân şöylke demiştir: “Fıkhı Ebû Sevr’den almıştır. Süfyân es-Sevrî mezhebi üzere fıkıh öğrendiği söylenir. İbn Sürayc kendisinin sohbetinde bulunur, ondan ayrılmazdı. Fıkıh konusunda aklına gelmeyecek hususlarda ondan istifade etmiştir. Anlatıldığına göre bir defasında bir mesele hakkında Cüneyd’e soru sormuştu. O da kendisine bu mesele hakkında birçok cevap vermişti. Bunun üzerine “Ey Ebu Kâsim! Ben bu mesele hakkında söylediklerin içinde sadece üç cevabı biliyordum. O cevapları bana tekrar say! (dedim) ve Cüneyd daha başka birçok cevap ile birlikte yeniden tekrar etti. “Vallahi bunu bugünden önce hiç duymadım. Yine tekrar et!” dedi. Cüneyd, yine daha başka cevaplarla beraber tekrar etti. “Bunlar gibisini daha önce hiç duymamıştım. Söyle de bunları yazayım.” dedi. Cüneyd “Şayet bunlar bana cereyan ederse ben de sana yazdırırım.” dedi. Yani, bunları benim kalbim üzere cereyan ettiren ve dilimi konuşturan Allah’tır. Ne kitaplardan ne de öğrenilmekle elde edilmiş değildir. Bunlar Allah’ın (ac) fazlındandır. Bunları bana ilham ediyor ve dilim üzerinden cereyan ettiriyor. “Bu ilmi nereden aldın?” dedi. “Allah’ın huzurunda kırk yıl oturmakla..” dedi. Sahih olan Cüneyd’in Süfyân es-Sevrî mezhebi ve yolu üzere olduğudur. Allah en iyi bilendir. Cüneyd’e arifin kim olduğu sorulmuştu. Şöyle dedi: “Sen bir şey 52

konuşmadan senin iç dünyan hakkında söz söyleyendir.” “Bizim bu mezhebimiz Kitab ve sünnet ile kayıtlıdır. Kur’an’ı okumayan ve hadisi yazmayana bizim mezhebimizde ve tarikatimizde iktida edilmez.” Biri onda tesbih görmüş ve “Şerefine rağmen tesbih mi taşıyorsun?” demişti. “Kendisi ile Allah’a vasıl olduğum bir yol. Bundan ayrılmam.” demişti. Dayısı Serî es-Sekatî ona “İnsanlar huzurunda konuş!” dedi. O kendisini bu işe uygun görmedi. Ve rüyasında Rasûlullah’ı (sav) gördü, “İnsanlar huzurunda konuş!” dedi. Bunun üzerine dayısının yanına gitti ve ona “Rasûlullah (sav) sana söyleyene kadar benden bir şey duymadın.” dedi ve insanların huzurunda konuştu. Birgün Müslüman kılığında Hıristiyan bir genç gelmiş ve “Ey Ebu’l-Kâsim! Hz. Peygamber’in (sav) “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.” sözünün manası nedir?” dedi. Cüneyd başını önce öne eğip sustu sonra gence doğru bakarak “Müslüman ol! Müslüman olma zamanın geldi.” dedi. Ve o genç Müslüman oldu.” (el-Bidâye ve’n-Nihâye, C.11, S.113-114) İşte aleyhinde kampanya yapıp yüklendikleri Cüneyd budur. Karşılaştırın.. S-14- Bazıları sizin tasavvufu ilim olarak adlandırmanızı inkar edip kabul etmemekte ve bu konuya ilişkin bazı sözlerinizi reddetmektedirler. C-14- Ruh Terbiyemiz adlı eserimi okuyan ve bu kimselerin söylediklerinden haberdar olan kimse bilir ki bu kişiler bu inkarlarında haksızdırlar. Cevlât fi’l-Fıkheyn el-Kebîr ve’l-Ekber (=Tartışmalar – Tekin Yayınları) adlı eserimizi inceleyen kimse görecektir ki bu kimseler, akaid, fıkıh ve tasavvufun incelenmesi konusundaki çağrım dolayısıyla tarafıma yönelik inkarlarında haksızdırlar. Bu nedenle değerli okuyucuyu bu iki eserime havale ediyor ve hükmü kendisi-

53

ne bırakıyorum. Etrafında bol bol mırıldanıp durdukları tek nokta benim Rufai Tarikatı müntsesiplerinin elinde cereyan eden hurafelerden söz etmemdir. Onlar bu hurafeleri sihir olarak kabul ederken ben bu şekilde görmüyorum. Tasavvufu teyit için ben bu mevzudan söz etmedim. Bu konudan sadece şu sebeple söz ettim.. Materyalist düşüncenin yaygınlaşması için kurumsallaştığı bir çağda peygamberlerin mucizelerini inkar edenlere reddiyede faydası dokunacak bir şey olarak bu konudan söz ettim. Hocamız Şeyh Abdulaziz b. Bâz’dan kitap hakkındaki mülahazalarını talep etmiş ve Müslümanların farklı görüşleri görmeleri için bir sonraki ilk baskıda bu mülahazaları yayınlayacağıma söz vermiştim. Nitekim kendisine eseri telif ederkenki bakış açımdan da söz etmiştim. Karıştırıcılığı bir kenara bıraktığınızda kitapta yer alan hiçbir husus üzerinde net bir eleştiri ortaya koyan birini bulamazsınız. Tam aksine kimileri söylemediğim şeylere benim alıp götürdüler ve bunun ışığında saldırıya maruz bıraktılar. Yahut da hiçbir gerekçe olmadığı halde hücum ettiler. Tasavvuf ismine gelince; ben bundan alerji duymuyorum. İçeriğe itibar edilir. Ruh Terbiyemiz adlı kitabımda tasavvuf ehlinden olup da yanlışa sapanların bu sapkınlıklarına karşı sert ifadeler yer almaktadır. Benim saldırdığım şeylerden dolayı bana hücum eden bazı kimselere hayret ediyorum. Ama buna öyle bir bağlam içinde yer veriyorlar ki sanki ben hücum ettikleri görüşleri benimsiyormuşum manası anlaşılıyor. Tek şikayet makamı Allah’tır. Rufai Tarikatı müntesiplerinin ellerinde cereyan eden hadiseler münasebetiyle orada bu konuya ilişkin görüşümün fakihlerin görüşü ile aynı olduğunu zikrettim. Fakat ben onların elinde cereyan eden bu şeyleri sihir olarak görmüyorum. Bazı Müslümanlardan bu olguyu incelemelerini istedim. İrdelenmesi gereken bir olgudur bu.. Ben buy fasıklar elinde cereyan eden şeyleri istidrac olarak görüyorum. Fa54

kat aynı zamanda ilk şeyhin de bir keramet türüdür. Evrenin en garip olaylarından birinin açıklanmasına ilişkin benim yorumlama çabam bu şekildedir. Onlara hücum eden alimler de masum değildir. Ben bu konunun araştırılıp tahkik edilmesine çağrıda bulunuyorum. Hakkında bir sürü ihtilafın bulunduğu bir konunun araştırılıp tahkik edilmesi çağrısı tek başına bir hata sayılıyorsa, ki ben böyle düşünmüyorum, bırakın da bu kimselerin üzerinde bulundukları hale inananları ve en azından hüsnü zanla yaklaşanları kurtarmak için araştırıp tahkik edelim. Benim tahkik kapısını açmaya sevk eden şudur: İslam Terbiyesi hocalarından iki arkadaşımızdaki akılcılık eğilimidir. Bunlardan birinde selefilik tabiatı baskındır. Bu konuyu incelediler ve bazı sonuçlar çıkardılar. Bu sonuçların en basiti bu şeylerin sihir olmasının mümkün olmadığıydı. Bu arkadaşlardan biri şehit düştü, diğeri halen hayatta. Bu konuyla ilgili tahkik kapısının açılması bizleri yeni şeylere ulaştıracaktır. S-15- Bazı kimseleri sizin imamlardan birinin fıkhı üzere fıkıh eğitimi alma çağrınızı reddetmektedir. Bu konudaki görüşlünüz nedir? C-15- Bu bana yönelik bir reddediş değil bu ümmetin milyonlarca alimine yönelik bir reddediştir. Düşündüğünüz zaman bu reddin değerini anlarsınız. İzin verin şöyle bir varsayımda bulunayım: Mezhep sahipleri normal İslamcı birer müellif olsunlar. Onların mezheplerine hizmet edenleri de bu kabilden sayalım. Buna göre bu kimselerin kitaplarından birini okumak haram olur mu? Kaynağının dikkatliliğine güvendiği takdirde dinine ve ilmine güven duyduğu kimsenin peşinden gitmesinde bir sakınca bulunur mu? Kendileri bir vadide giderken delilin bir başka vadide yer aldığı kimselere aldırmayın! Bu, onların diyanetleri konusunda bir suçlamadır. Her halükarda bu meselelerin hepsini Cevlât (=Tartışmalar) adlı kitabımda tartıştım. Sanıyorum insafı olan orada yazdıklarımı kabul

55

edecektir. Birileri, herhangi bir imamın mezhebine muhalif olduğunda sahih hadise tutunanlarla ihtilaf içerisindeymişim gibi bir vehim uyandırarak bu konulardan bahsetmiş ve sanki ben kapalı bir mezhepçilik propagandası yapıyormuşum gibi benimle münakaşa etmiştir. Halbuki ben sünnetin ve şerhlerinin, ulemanın tahkikinin okunup incelenmesine çağrıda bulunuyorum. Fıkıh kitaplarının incelenmesine davet ediyorum. Ebû Hanife’nin, Şâfiî’nin, Mâlik’in veya Ahmed b. Hanbel’in okunmasını insanlara kim haram edebilir? Onların fetvalarına göre yol alanların dalalet içinde ve dalalete sevk eden biri olduğunu kim iddia edebilir? Ancak böyle bir iddiaya sahip olanın öncelikle kendisine bakması gerekir. Bazıları benim imamların mezheplerine göre fıkıh öğrenilmesi çağrıma, sanki Carl Marks ve Lenin meşrepli bir fıkıh öğrenmeye çağırıyormuşum gibi sert çıkmışlardır. Soruyorum sana: İnsanların senin kitaplarını okumasını ve içeriğindekilere sarılmalarını caiz görürken Ebû Hanife, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel fıkhını okuyup buna sarılmalarını caiz görmüyor musun? Ben delilsiz söz söylemem, diyorsan, sanırım sen onları itham ederken kendini temize çıkarıyorsun. Ben onların talebelerinin ve ekol mensuplarının kitapları üzerinden fıkıh öğrenilmesini reddediyorum, diyorsan, şunu bil ki İbn Hacer şâfiî; Nevevî şâfiî; Tahâvî hanefî; Zeyla’î hanefîdir. Bunlardan herhangi birinin sahip olduğu seviyeye sen çıkamazsın. Malumdur ki müçtehit imamın bir hadise tutunması o hadisin hasen sayılması ve kuvvetlendirilmesi demektir. Bazı kitaplarımda bundan söz ettim ve imamların tutundukları ama bize sahih veya hesen bir tarikten ulaşmamış olan ve imamın asıl tecevvühüne etki etmeyen bazı hadislere işaret ettim. Burada şöyle bir ihtimal bulun-

56

maktadır: İlmin bir kısmı elimizde olmayabilir veya halen medfun bulunmaktadır. Soruyorum İbn Huzeyme’nin Sahîh’i ne zaman basıldı ve ne zaman bulundu. Taberânî’nin el-Mu’cemu’l-Kebîr’i ne zaman yayınlandı? Bakıy b. Mahled’in (h.201-276) Müsned’i nerede? Belgesi yine kendinden olan bir mesele hakkında söylüyorum bunları. Daha da belgelendirilebileceğini muhtemel görüyorum. İmamların yönelmiş oldukları görüşlerin hepsi münakaşa ve muhafaza edilmiştir. İmamların teveccühlerinde, hatta öyle ki senet yönünden sahih bir hadisi terk ederken dahi kendilerine göre mazeretleri bulunmaktadır. Halbuki ben hadisçilerin görüşlerine sarılmak konusunda kapıyı geniş geniş açmaktayım ve ayrıca mezhebe muhalif bile olsa herhangi bir imamın benimsediği sahih hadisle amel etmeye çağrıda bulunuyorum. Bu bir tür haksız saldırıdır ki sahibi insanlarda “Falan kimse şunları şunları söylüyor” imajı uyandırarak bunun üzerinden saldırısını götürüyor. Halbuki saldırıya maruz kalan kişi bu söylenenlerden ne kadar uzaktır. Nitekim bazı kimseler akaid ilminin incelenmesi çağrımdan ötürü saldırıya geçtiler. Bu münasebetle ilim adamlarının kelam ilmine yönelik yergileri nakledilmektedir. Avamıyla havasıyla herkes bilir ki akaid ilmi ile ilgili çağrım, zemmedilen kelam ilmine yönelik bir çağrı değildir. İlginçtir ki bana saldırıları bu yüzdendir. Müslüman Kardeşler’e de akaid üzerinde yoğunlaşmıyorlar diye sldırıyorlar. S-16- Mantık ilmine işaret etmişsiniz ve bu ilim alanında araştırma yapmaya çağırmışsınız. İlim adamlarının bu ilme ilişkin yergilerinden dolayı bazı kimseler sizi suçlamaktadırlar. Cevabınız nedir? C-16- Şunu ifade etmek isterim ki: Hali hazırda beşeri bilginin büyük bölümüne mantık karışmaktadır. Meselâ tabiat kanunları ve

57

matematik biliminin ilerlemesi.. bunlar ancak ve ancak tümevarım ve tümdengelimin sonuçlarıdır. Tümdengelimin de tümevarımın da birtakım kuralları bulunmaktadır. Her iki ilmin de yeri tümevarıma ve tümdengelime dayalı mantık kitaplarıdır. Bilgi kaynaklarının, kevnî bilgi disiplinlerinin incelenmesini inkar ederseniz, aklî kanunlara ilişkin bilgiyi, aklî bilgiyi inkar ederseniz, bu zamandan ve mekandan bir tür uzaklaşmadır. Bir de diyalektik mantık var ki bu yerilmiştir. Sofistik mantık ve mantıksal lafızların hakikaler üzerinde hakem kılınması da yerilmiştir. Bir hakikati veya delili ya da doğru bir anlamı iptal için de bir mantık türü de vardı ki bu da zemmedilmiştir. Aklî yargının veya normal yargının ne olduğunun kendisi ile bilindiği mantıkta ise herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Mantık konusunda araştırma yapacak olan bazı kimseler için uygun sınırın bu olduğu görüşündeyim. S-17- Bazı kimseler insanın kendisi için bir mürşid eğitimci edinmesi konusundaki çağrınızdan dolayı size hücum etmektedirler. Görüşünüz nedir? C-17- Saldırıya geçen bu kimseler bunu fırsat bilmişler ve benim dile getirmediğim, değinmediğim ve hatta zıddını söylediğim fikirlere de hücum etmişler. Tamamen haksız ve zalimce bir saldırıdır bu. Müslümanlar halen dahi nesilden nesile ilim, fazilet ve terbiye ehli kimselere talebelik yapmaktadırlar. Bu kimseler bu münasebetle hiç olmayacak yerde Hasan el-Bennâ’ya hücum etmişlerdir. Takva ve itaat üzere eğitim peygamberlerin sünnetidir. “Allah’a karşı takvalı olun ve bana itaat edin!” Üstad el-Bennâ’nın İslam erlerini takva ve râşid önderliğe itaat üzere terbiye etmesinde ne gibi bir sakınca bulunmaktadır?! Üstad el-Bennâ tarafından tasavvufun dile getirilmesi hususu ile ilgili olarak ise, onun bu konuda tasavvuf adını anmaktan alerji duymayan milyonlarca ilim adamı örneği bulun-

58

maktadır. S-18- Birileri sizin mutlak müçtehit mevcut olmasının zorluğunu teyit etmeniz nedeniyle size saldırmaktadır. Görüşünüz nedir? C-18- Akıllı birinin büyük bir yerde mutlak bir müçtehidin bulunmasının zorluğu konusunda şüphe edeceğini sanmıyorum. Hatta bu konuda bana hücum eden bu kimseler dahi bu bağlamda içtihadın türlerine işaret etmişler ve benim bu türleri inkar ettiğim imajın uyandırmışlardır. Halbuki ben, onların söz ettikleri konularda kapıları ardına kadar açmaktayım. Hatta Üstad el-Bennâ -sözlerini müdafaa etmeye gayret etmiştim- görüş sahibi olabilme konumuna ulaşması için Müslümanın ilmi basamak basamak tırmanması gerektiği fakat bunun bir imamın mezhebine göre fıkhı aldıktan ve imamının delillerini öğrendikten sonra olacağı görüşündedir. Hedef içtihada ulaşmak ise benim içtihat kapısını kapadığımı nasıl ileri sürebilir? Fakat ben ilim adamları ile beraber şunu söylüyorum: İçtihat makamı iddiasında olup da buna ehil olmayan kimse kendisi dalalet içindedir ve başkasını da dalalete götürmektedir. Çünkü helali haram, haramı da helal yapma uçurumunun tam kenarındadır. S-19- Birisi “Fazilet ehlinin faziletini ancak fazilet sahibi bilir.” sözünü Rasûlullah’a (sav) nispet ettiğiniz için size itiraz etmiş ve “Hadis-i şerif alimlerinin üzerinde bulundukları görüşe göre bu hadis uydurmadır. Rasûlullah’a (sav) nispet edilmesi doğru değildir ki üstad bunu nereden çıkardı? Yoksa bu hadis ilmindeki yetersizlikten mi kaynaklanıyor?” demiştir. C-19- Şunları söylemek isterim: Bu sözler de herhangi bir gerekçe olmaksızın aleyhimizde inkarda bulunmada sergilenen aceleciliğe

59

bir örnektir. Sehâvî, bu hadisi el-Mekâsıdu’l-Hasene’de zikretmiştir. İbn ‘Asâkir’in bunu üç sahabiden rivayet ettiğini söylemiştir. Nitekim ondan başkaları da söylemiştir. Hadisin rivayetlerinden her biri zayıf ise de Sehâvî’nin de dediği gibi manası sahihtir. Sehâvî (rha) şöyle demiştir: “Fazilet ehlinin faziletini ancak fazilet sahibi bilir.” El-‘Askerî elEmsâl’de; el-Hal’î Fevâid’in dokuzuncusunda zikretmiştir. Lafız ilkine aittir. Muhammed b. Zekeriyyâ el-Ğallâbî tarikinden gelmiştir. Kendisi şöyle demiştir: el-Abbâs b. Bekkâr’ın bize tahdis etmiştir > Abdullah el-Müsennâ bize amcası Sumâme > Enes tarikinden tahdis etmiştir: Hz. Peygamber (sav) mescide iken Ali geldi ve selam verdi. Sonra oturacağı bir yer bakarak durdu. Sonra Hz. Peygamber (sav), hangisi ona yer açacak diye ashabının yüzlerine baktı. Ebû Bekr sağ tarafındaydı. Oturduğu yerden onun için kenara çekildi. “Buraya ey Ebu’l-Hasan!” dedi. O da Hz. Peygamber (sav) ile Ebû Bekr’in arasına oturdu. Hz. Peygamber (sav) sevindiği yüzünden belliydi. “Ebû Bekr!” dedi, ve bu hadisi söyledi. Bu hadis Deylemî’nin Müsned’inde Hüseyin b. El-Fadl tarikinden olarak yer alır. Hüseyin b. Fadl şömyle demiştir: Biz eme’mûn b. Saîd b. Yusuf tahdis etti > bize Süleyman > Süleym > Ebû Sa’îd kanalıyla merfu olarak tahdis etti: “Ey Ebû Bekr! Fazilet ehlinin faziletini ancak fazilet sahibi bilir.” Târîhu Dimaşk’ta el-Abbâs’ın biyografisinde Hz. Âişe hadisine göre Hz. Peygamber (sav) ashabı ile birlikte oturuyordu. Yanında Ebû Bekr ve Ömer vardı. Abbâs geldi ve Ebû Bekr ona yer açtı. O da Hz. Peygamber (sav) ile Ebû Bekr’in arasına oturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) bu hadisi söyledi. Bu iki rivayet de zayıf fakat manası sahihtir. Bu husus, Müslümanların Ebû Bekr’e öncelik vermeleri ve diğer ashab -Allah hepsinden razı olsun- karşısındaki fazileti konusundaki icmalarını zedelemez.”

60

S-20- İbadetler fıkhı konusunda Hanefi fıkhı üzere fıkıh eğitimi almak isteyen kimseye işarette bulunarak Hanefilerin Merâkî’l-Felâh adlı kitabı zikretmenizi bu eserde ilmî zevk düşüklüğü bulunduğu gerekçesiyle eleştirenler var. Cevabınız nedir? C-20- Acaba dünyada Allah’ın Kitabı’ndan ve Rasûlü’nün (sav) sünnetinden sonra üzerinde bir takım mülahazaların bulunmadığı bir kitap var mı? Hal böyle olduğuna göre bu kavgacılara şunu söylemek gerek: Bu kitaptaki bu düşüklüğe bakın ve falan kişinin ona yaptığı davete bakın! Biz yazdığımız her şeyde Müslümanın eline belirli bir metot ışığında neyi alacağını ölçeceği hassas bir ölçü vermeye çalıştık. Bunun ışığında da bir kitaba işarette bulunduk. Bununla birlikte müteahhir alimlerin eserlerinde bir bulanıklık olduğunu da ifade ettik. Nitekim her ilim dalında yeni şeyler kaleme alınmasını istedik. Merâkî’l-Felâh kitabı ise piyasada bulunan bir kitaptır. Özellikle namaz konusunda ele aldığı meselelerin hepsi basit bir kitapta nadir bulunan meselelerdir. Kitapta bazılarının zevkinin hazmedemediği şeyler bulunduğu konusu ise hakikatte fıkıh meselesini anlamaya yöneliktir. Fıkhın vazifesi hayatın incelikli meselelerini açıklamaktır. Birçok soruya ve muhtemel varsayımlara cevaplar vermektir. Ben bunun hikmetini Cevlât adlı eserimde zikretmiştim. Hayatın meseleleri içinde her türlü şey bulunabilir. Fıkıhçı geniş bir tafsilata girerse bunda hiçbir sıkıntı görülemez. İnsanlar içinde gerekli olan sınırın ötesinde veya berisinde olan kimseler bulunmaktadır. Kendi zevkine uymuyor diye bir meseleden dolayı veya tafsilata girmeye gerek görmediği bir konu sebebiyle ya da müellifin gerçekten yanıldığı bir husustan ötürü ilim ehlinin kitaplarını gözden düşürmek isteyen kimse, Kitabullah dışında tüm kitapları saf dışı bırakmayı ister gibidir. Çünkü herhangi bir müellife ait herhangi bir kitap yoktur ki içerisinde buna benzer şeyler var olmasın. “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı? Allah’tan başkası katından ol61

saydı içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisâ, 82) Şüphe yok ki Merâkî’l-Felâh müellifinin zikretmiş olduğu mesele münasip bir mesele değildir. Ama bu sebepten dolayı da kitabın gözden düşürülmesi fikrinde değilim.

Dipnotlar: 1. Buhârî tahric etmiştir. 2. Munâvî bu hadisin şerhinde şöyle der: “Dolayısıyla bunda yumuşaklıkla yürüyün! Gücünüzün yetmediği, aciz kalıp da terk edeceğiniz işleri/amelleri nefsinize yüklemeyin!” (Çev.) 3. Tirmizî tahric etmiştir. Sahih hadis.

62

Zikr Risalesi (Said Havva).pdf

Download. Connect more apps... Try one of the apps below to open or edit this item. Zikr Risalesi (Said Havva).pdf. Zikr Risalesi (Said Havva).pdf. Open. Extract.

1MB Sizes 10 Downloads 350 Views

Recommend Documents

ihya_ulumiddin_9 Kitabu-z Zikr ve-d Da'avat.pdf
There was a problem previewing this document. Retrying... Download. Connect more apps... Try one of the apps below to open or edit this item.

Come to the edge, he said. They said: We are afraid ... - bibsys brage
Last, but not least, to all my skydiving friends – old and new. ..... the skydivers landed next to us, one of them came over to us with a business card. ...... I stopped advertising my project after a while unless someone new asked me ..... A coupl

Come to the edge, he said. They said: We are afraid ... - bibsys brage
As I maneuver the canopy around the edges of the cloud, I see my own shade ...... To use the metaphor of driving a car, one could compare it with the unease the ...

Come to the edge, he said. They said: We are afraid ... - bibsys brage
feel like the master of the universe. ... master's degree. ..... way of accounting for negative consequences provides them with a sense of confidence about the.

eBook Download Reacher Said Nothing
In Reacher Said Nothing Andy Martin shadows Child Best Seller Buy Look Inside Buy Reacher Said ... computer screen), eager to ... jobs to a successful TV.

who said that black history.pdf
that one has reached in life as by the obstacles which he has overcome.” Booker T. Washington Langston Hughes. Jesse Jackson Rosa Parks. Ruby Bridges Maya Angelou. Frederick Douglass Martin Luther King, Jr. Barack Obama Harriet Tubman. Page 4 of 6.

Said Orientalism Introduction & The Scope of Orientalism.pdf ...
Sign in. Page. 1. /. 55. Loading… Page 1 of 55. Page 1 of 55. Page 2 of 55. Page 2 of 55. Page 3 of 55. Page 3 of 55. Page 4 of 55. Page 4 of 55.

Ethylene derivatives and pesticides containing said derivatives
Oct 24, 2001 - rnonoalkylarninothiocarbonyl group, a C3—C9 dialkylarni nothiocarbonyl group, a C2—C5 cyanoalkyl group, a C3—C9 alkoxycarbonylalkyl ...

Ethylene derivatives and pesticides containing said derivatives
Oct 24, 2001 - T. Eicher et al., “Zur Reaktion von Triafulvenen mit Isoni trilen, Eine ... constructions, circulating Water systems in thermal and atomic poWer ...

(>
Miss Peregrine's Home for Peculiar Children (Miss Peregrine's Peculiar Children). Miss Peregrine's Peculiar Children Boxed Set. Library of Souls: The Third Novel of Miss Peregrine's Peculiar Children. Hollow City: The Second Novel of Miss Peregrine's